YAŞAYAN
ÖLÜ'YE MEKTUP
Bülent Nuri
ESEN
A. Ü. Hukuk Fakültesi Anayasa Profesörü
Kardeşim,
Sen sevgimizi
bir bıçakla keser gibi yaralayıp gidince, sanki
boşalıverdik. İçimizi dolduran şeyi beraberinde götürmüş
olacaksın. Hüzün, burkuntu, acı. Amansız kanunların
uygulanışını görüyoruz. Çaresiziz. Ama, oyalanıyoruz
işte. Ne bileyim, seni anarak, seni konuşup, senden söz
etmekle.
Kıskandım
seni. Çocuklar geldiler. Şimdi hepsi profesör olanlar.
Bizimkiler. Hani övündüklerimiz. Ali Nairn'1er,
Halûk'lar. Hep bizi geçenler, bizden ileri olmalarını
istediklerimiz. Evet, onlar geldiler. Yürekli, soylu,
insanlık dolu kişilikleri ile. Seni anmak için bir
«Armağan» hazırlamayı kararlaştırmışlar.
Kitaplaştıracaklar seni. Nasıl kıskanmayayım. Bu vefa,
bu kadirbirlik kıskanılmaya değmez mi?
Bana : «Sen de
yaz!» dediler. Kıskanmam yok oldu. Büyüdüğümü,
yüceldiğimi hissettim. Onların değerlendirmesinde yerim
vardı. Bir daha anladım ki, biz, hepimiz bir «bütün»ün
parçalarıyız.
Ne bütün
parçalar olmadan olabiliyor, ne parçalar bütünden
kopabiliyor. îşte, şimdi de seninle böyle karşı karşıya
söyleşideyiz.
Hatırlarsın
değilmi? 1939 Mayıs'ını. «Nasıl hatırlamam!» diyen erkek
sesini duyor gibiyim. 0 Mayıs ayında geldimdi Ankaraya.
Profesör muavinliği yarışmasına giriyordum. On bir aday
vardı. Bir Nihat, bir de ben kazanmıştık. Biliyormusun,
Nihat şimdi Başbakan. Hem de ne güç bir dönemde bilsen.
Didinip duruyor. Kafasına güvenilir. Batıya doğru yol
alacağımız muhakkak.
Ne diyordum?
Öyle bir Mayıs başları idi. Seninle o zamanki Fakülte
binasının profesörler odasında kendi kendimize
tanıştıktı. Odaya girdiğimde yalnızdın. Beni görünce
«Hoş geldiniz kardeşim» dedin. Nasıl da bildin di beni!
Birbirimizi ne görmüşlüğümüz, ne de görüşmüşlüğümüz
vardı. Adını bile duymuş değildim. Günahsız bakışlarınla
tâ göz bebeklerinin içinden, mahcup, bana bakıyordun.
Güneş ışınlarından taşan o tarihî odada sessiz,
gülümsülü bir tanışma olduydu.
Sende ilk
çarpıcı yön, «dosta hizmet» için çırpınışın olmuştur.
Bir terbiye üslûbunu temsil ediyordun. Kıbrıslı
hemşerilerine nasıl el uzattığını çok görmüşümdür.
Karşılık beklemeyen adamdın. İnsan severdin. Gençlerle
bütünleşirdin. Nice kuşakların sömestr tatillerinde
yabancı memlekete tertipledikleri geziler için
başlarında seni görmek isteyişlerini görüyor gibiyim.
Profesörler topluluğu ile öğrenci arasında canlı bir
köprü olurdun.
Hastalığa
büsbütün yenilmeden önce durgunlaşmıştın. Enerjin
tükeniyordu. Dinamizmin sönmekteydi. Hani, seni bir
köşeye çekmiş: «Kendini koyverme Cahit, ne oluyorsun
Allah aşkına? Şöyle, daha uzaktan yaklaştığın belli
olmalı!» demiştim de; bir uzun «Aaah!» çekip, hazin bir
çaresizlik hali takınmıştın ya, içerim «cızz!» ettiydi.
Reformcuydun,
Atatürkçüydün, vatanseverdin. Millî değerlere bağlıydın.
Batılıydın. Ne zaman kürsüye çıkıp Atatürk'ten söz etsem
cebinden mendilini çekip gözlerini sildiğini
görmüşümdür. Heyecansız yaşanmayacağını bilirim. Şimdi
aramızda olmayışın da bunu ispatlamıyor mu?
Bilirsin:
İkinci Dünya Savaşı patladıktan bir süre sonra, Ordu,
bir tedbir olarak, yedek subayları kısa zaman için silâh
altına çağırmıştı. Fakülteye de emir geldi idi. Bizler
tecilli olduğumuz için aramızdan sadece bir elemanı, o
da üç aylığına, davet ediyorlardı.
Senin
çağrılmanı istemişler. Tam o sıra rahatsızlandın; mide
kanaması geçirdindi galiba. İster istemez «İş başa
düştü!» deyip senin yerine ben Çerkeş'lerin kutup
yörelerine gittimdi.
Sonra,
rektörlük kampanyanı yürüttümdü. Seçildin. Rektörlüğün
sırasında beni Üniversiteden kovabilmek için mahut özel
kanunu çıkardılardı. Hemen de makamına resmî bir yazı
geldi idi. İşi, Senato ele aldı. Ben de Fakültemin
senatörü olarak oradaydım. Anayasal özerklik güvencemiz
bulunmadığı halde bilimsel vakara yaraşan bir tutumla
Senatoda lehimde bir karar almıştınız. Ankara Hukuku'nun
bir numaralı mezunu olan memleket çocuğunun batılı
ölçüde bir Üniversiter niteliğine erişmiş olduğunu
görmek hükümetçe Üniversiteden kovuluşumun tesellisi
olmuştur.
Yine
hatırlarsın : bu sıralarda U.N.E.S.C.O., Ankara ve
İstanbul Üniversitelerinden birer temsilciyi Şam'da
tertiplenen yuvarlak masa toplantısına davet etmişti.
Ankara'dan sen, İstanbul'dan Hilmi Ziya Ülken
katılıyordunuz. Beni de «Üniversitelerin bağımsızlığı»
temasının tartışılması için milletlerarası kuruluş
uzmanı olarak çağırmışlardı. Birlikte gittikti. Neydi o
cehennem sıcağı değilmi? Buz dolu sürahileri yuvarlayıp
duruyorduk. Söze karışmayordun. Bir az da taşkın heyecan
içinde yaptığım müdahale ve sonra karar teklifim, o
zamanın hükümet açısı görüşünden hiç te oylanacak bir
netice sayılamayacak iken batıdan gelen rektörler
yanında sen de el kaldırmak cesaretini göstermiştin. O
toplantı çıkışında akademik namusunu da öğrenmiştim.
Sen, yalnız bir dost, sadece bir meslekdaş değil, lâkin
aynı zamanda memleketi ileri götürecek güçlerin
güvenilir bir amelesiydin.
Kısa ömrümüz
içinde mutluluğumuz parmakla sayılacak kadar sınırlı
nedenlerden doğabiliyor. Bizim büyük talihimiz bu
nedenler arasında öğrencilerimizin misli bulunmaz
sevgisinin varlığıdır. Sen, bu müstesna sevgi hâlesinin
imtiyazlı sahibi olabilmiştin. Bize göre çok erken,
ayrılışının ardında temiz kişiliğine adanmış solmayan
sevgi çiçekleri yükseliyor. Umarım ki, bunları bilmekle
sevinirsin. Onun için, seninle şu söyleşimde içimden
taşan bir iki damlayı sana sunmak istedim. Dünyayı,
güzel yurdumuzu hayal ettiğimiz gibi yaratmak için
üstümüze düşeni yapmaya çalışıyoruz. Genç kuşaklan da
aynı amacı gerçekleştirecek güce sahip kılmak
emelindeyiz. Aramızda yoksun ama, hep arıyoruz seni.
Onun için de, hep aramızdasın. Bu «Armağan» la da hep
aramızda kalmanı sağlamak istiyoruz.
Rahmetler
üstüne olsun Kardeşim!
“Prof.Dr.
Hüseyin Cahit Oğuzoğlu’na Armağan”,
Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 303,
Ankara, 1972,Sayfa: 3
|