YAŞAYAN ÖLÜ'YE MEKTUP[1]

Bülent Nuri ESEN
A. Ü. Hukuk Fakültesi Anayasa Profesörü

 

Kardeşim,

Sen sevgimizi bir bıçakla keser gibi yaralayıp gidince, sanki boşalıverdik. İçimizi dolduran şeyi beraberinde götürmüş olacaksın. Hüzün, burkuntu, acı. Amansız kanunların uygulanışını görüyoruz. Çaresiziz. Ama, oyalanıyoruz işte. Ne bileyim, seni anarak, seni konuşup, senden söz etmekle.

Kıskandım seni. Çocuklar geldiler. Şimdi hepsi profesör olanlar. Bizimkiler. Hani övündüklerimiz. Ali Nairn'1er, Halûk'lar. Hep bizi geçenler, bizden ileri olmalarını istediklerimiz. Evet, onlar geldiler. Yürekli, soylu, insanlık dolu kişilikleri ile. Seni anmak için bir «Armağan» hazırlamayı kararlaştırmışlar. Kitaplaştıracaklar seni. Nasıl kıskanmayayım. Bu vefa, bu kadirbirlik kıskanılmaya değmez mi?

Bana : «Sen de yaz!» dediler. Kıskanmam yok oldu. Büyüdüğümü, yüceldiğimi hissettim. Onların değerlendirmesinde yerim vardı. Bir daha anladım ki, biz, hepimiz bir «bütün»ün parçalarıyız.

Ne bütün parçalar olmadan olabiliyor, ne parçalar bütünden kopabiliyor. îşte, şimdi de seninle böyle karşı karşıya söyleşideyiz.

Hatırlarsın değilmi? 1939 Mayıs'ını. «Nasıl hatırlamam!» diyen erkek sesini duyor gibiyim. 0 Mayıs ayında geldimdi Ankaraya. Profesör muavinliği yarışmasına giriyordum. On bir aday vardı. Bir Nihat, bir de ben kazanmıştık. Biliyormusun, Nihat şimdi Başbakan. Hem de ne güç bir dönemde bilsen. Didinip duruyor. Kafasına güvenilir. Batıya doğru yol alacağımız muhakkak.

Ne diyordum? Öyle bir Mayıs başları idi. Seninle o zamanki Fakülte binasının profesörler odasında kendi kendimize tanıştıktı. Odaya girdiğimde yalnızdın. Beni görünce «Hoş geldiniz kardeşim» dedin. Nasıl da bildin di beni! Birbirimizi ne görmüşlüğümüz, ne de görüşmüşlüğümüz vardı. Adını bile duymuş değildim. Günahsız bakışlarınla tâ göz bebeklerinin içinden, mahcup, bana bakıyordun. Güneş ışınlarından taşan o tarihî odada sessiz, gülümsülü bir tanışma olduydu.

Sende ilk çarpıcı yön, «dosta hizmet» için çırpınışın olmuştur. Bir terbiye üslûbunu temsil ediyordun. Kıbrıslı hemşerilerine nasıl el uzattığını çok görmüşümdür. Karşılık beklemeyen adamdın. İnsan severdin. Gençlerle bütünleşirdin. Nice kuşakların sömestr tatillerinde yabancı memlekete tertipledikleri geziler için başlarında seni görmek isteyişlerini görüyor gibiyim. Profesörler topluluğu ile öğrenci arasında canlı bir köprü olurdun.

Hastalığa büsbütün yenilmeden önce durgunlaşmıştın. Enerjin tükeniyordu. Dinamizmin sönmekteydi. Hani, seni bir köşeye çekmiş: «Kendini koyverme Cahit, ne oluyorsun Allah aşkına? Şöyle, daha uzaktan yaklaştığın belli olmalı!» demiştim de; bir uzun «Aaah!» çekip, hazin bir çaresizlik hali takınmıştın ya, içerim «cızz!» ettiydi.

Reformcuydun, Atatürkçüydün, vatanseverdin. Millî değerlere bağlıydın. Batılıydın. Ne zaman kürsüye çıkıp Atatürk'ten söz etsem cebinden mendilini çekip gözlerini sildiğini görmüşümdür. Heyecansız yaşanmayacağını bilirim. Şimdi aramızda olmayışın da bunu ispatlamıyor mu?

Bilirsin: İkinci Dünya Savaşı patladıktan bir süre sonra, Ordu, bir tedbir olarak, yedek subayları kısa zaman için silâh altına çağırmıştı. Fakülteye de emir geldi idi. Bizler tecilli olduğumuz için aramızdan sadece bir elemanı, o da üç aylığına, davet ediyorlardı.

Senin çağrılmanı istemişler. Tam o sıra rahatsızlandın; mide kanaması geçirdindi galiba. İster istemez «İş başa düştü!» deyip senin yerine ben Çerkeş'lerin kutup yörelerine gittimdi.

Sonra, rektörlük kampanyanı yürüttümdü. Seçildin. Rektörlüğün sırasında beni Üniversiteden kovabilmek için mahut özel kanunu çıkardılardı. Hemen de makamına resmî bir yazı geldi idi. İşi, Senato ele aldı. Ben de Fakültemin senatörü olarak oradaydım. Anayasal özerklik güvencemiz bulunmadığı halde bilimsel vakara yaraşan bir tutumla Senatoda lehimde bir karar almıştınız. Ankara Hukuku'nun bir numaralı mezunu olan memleket çocuğunun batılı ölçüde bir Üniversiter niteliğine erişmiş olduğunu görmek hükümetçe Üniversiteden kovuluşumun tesellisi olmuştur.

Yine hatırlarsın : bu sıralarda U.N.E.S.C.O., Ankara ve İstanbul Üniversitelerinden birer temsilciyi Şam'da tertiplenen yuvarlak masa toplantısına davet etmişti. Ankara'dan sen, İstanbul'dan Hilmi Ziya Ülken katılıyordunuz. Beni de «Üniversitelerin bağımsızlığı» temasının tartışılması için milletlerarası kuruluş uzmanı olarak çağırmışlardı. Birlikte gittikti. Neydi o cehennem sıcağı değilmi? Buz dolu sürahileri yuvarlayıp duruyorduk. Söze karışmayordun. Bir az da taşkın heyecan içinde yaptığım müdahale ve sonra karar teklifim, o zamanın hükümet açısı görüşünden hiç te oylanacak bir netice sayılamayacak iken batıdan gelen rektörler yanında sen de el kaldırmak cesaretini göstermiştin. O toplantı çıkışında akademik namusunu da öğrenmiştim. Sen, yalnız bir dost, sadece bir meslekdaş değil, lâkin aynı zamanda memleketi ileri götürecek güçlerin güvenilir bir amelesiydin.

Kısa ömrümüz içinde mutluluğumuz parmakla sayılacak kadar sınırlı nedenlerden doğabiliyor. Bizim büyük talihimiz bu nedenler arasında öğrencilerimizin misli bulunmaz sevgisinin varlığıdır. Sen, bu müstesna sevgi hâlesinin imtiyazlı sahibi olabilmiştin. Bize göre çok erken, ayrılışının ardında temiz kişiliğine adanmış solmayan sevgi çiçekleri yükseliyor. Umarım ki, bunları bilmekle sevinirsin. Onun için, seninle şu söyleşimde içimden taşan bir iki damlayı sana sunmak istedim. Dünyayı, güzel yurdumuzu hayal ettiğimiz gibi yaratmak için üstümüze düşeni yapmaya çalışıyoruz. Genç kuşaklan da aynı amacı gerçekleştirecek güce sahip kılmak emelindeyiz. Aramızda yoksun ama, hep arıyoruz seni. Onun için de, hep aramızdasın. Bu «Armağan» la da hep aramızda kalmanı sağlamak istiyoruz.

Rahmetler üstüne olsun Kardeşim!

[1]Prof.Dr. Hüseyin Cahit Oğuzoğlu’na Armağan”,  Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 303, Ankara, 1972,Sayfa: 3

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications