TÜRK SİSTEMİNDE ÖZEL KİŞİLERARASI İLİŞKİLERDE İNSAN HAKLARININ KORUNMASI[1]

Bülent Nuri ESEN

 Giriş

            İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi yaşadığımız çağdaki kadar çok sayıda sorunla yüklü olmamıştır. Sanki bilmeceler dönemini yaşamaktayız.

            Teknolojinin akıl almaz gelişmesine ve sağladığı bütün faydalara rağmen, çağımız toplumunun göze çarpan özelliklerine “saldırganlık” faktörü hâkimdir. Kuvvet kullanma ve fiili durum yaratma olağan hale geldi. O kadar ki, insanoğlu rahat bir hayat yaşamak hakkını kaybetmiş gibidir. Durmadan emr-i vakilerle, kuvvet gösterileriyle karşı karşıyadır.

            Mevcut hukuk düzeni artık zamanın isteklerini karşılayamaz olmuştur. Kamu otoritelerinin zaafı ve idarenin uyuşukluğu ancak bununla izah edilebilir.

            Bu hal iki sonuç doğurmaktadır:

1.      Bireyde güvensizlik duygusu. Buradan da geleneksel değerlere karşı bir çekingenlik doğmaktadır.

2.      Başkalarını küçük görmeye varan bir bencillik duygusu.

Konunun sınırları

            Bu iki duygu insaf dışı bir hoş görmezliğe ve insan kişiliğinin değersizleşmesine sebep oluyor.

            İnsanın sadece siyasal iktidar ile idareye karşı değil, fakat aynı zamanda kendi hemcinslerine karşı da korunmaya ihtiyacı vardır. Bu, bireyin birey ile savaşıdır. Bu, bireyin öteki bireylere karşı korunması sorunudur.

            Bireyin hürriyetinin başka bireyler tarafından keyfi bir kayıtlamaya tabi tutulduğu haller pek çoktur. Üçüncü kişilerin müdahalesiyle hürriyetlerin kısıtlanması konusunda ve hatta yok edilmesine dair bir sürü örnek verilebilir. Gerçekten, cana kasıttan tutun da hakarete kadar ve bu arada beyaz kadın ticareti, özel hayata müdahale, mahrem hayatı ihlal ve cismani bütünlüğe zarar verme halleri pek çoktur.

            Prensip itibariyle, bu yazıda sadece kanunda tanımlanıp ceza altına alınmamış suçlar dışındaki halleri almakla yetineceğiz. Bununla beraber, kanun hükümleriyle müeyyide altına alınmış bazı halleri de ele almak isteriz. Bu hallerin çoğu suçluluk fiilini belirten çizgi üzerindeki hallerdir.

            İnsan haklarının korunması iki ayrı düzeyde incelenebilir. Milletlerarası bir koruma hatıra gelebilir. Birleşmiş Milletler nezdinde bir “ombudsman” (kamu denetçisi) yaratılmak istenmesi bu yolda bir gayret teşkil eder. Başvuracak olanların gideceği milletlerarası düzeyde bir kurum söz konusudur. Başvurmanın şartı, ancak milli mahkemelerce verilmiş kesin bir ilam bulunmasıdır. Sonra, milletlerarası bir yargı mercii de düşünülebilir. Ancak, görüşler böyle bir teşebbüse yaklaşılmasından uzak görünmektedir.

            Bölgesel düzeyde korunmaya gitmenin şansı daha yüksektir. Bugüne kadar yapılan tecrübeler gelecek için ümit vericidir.

            Lakin asıl önemli olan, milli düzeyde korunmadır. Bu korunmayı sağlayan bilhassa mahkemeler ve bazen de, ombudsman gibi müesseselerdir. Ombudsman kurumu insan haklarının korunması yönünden ek bir garantidir.

Değişme halindeki devlet

            İnsan hakları anlayışının eriştiği olağanüstü gelişme anlayışında husule gelen değişme sayesinde ortaya çıkabilmiştir. Devletler camiası içinde itibara kavuşmuş olmasına rağmen insan hakları devletin yeni yapısından değer almaktadır. Devlet yoksulluktan uzak yaşamak hakkının müteahhidi sıfatını takındı. Gelecekte bir savaşın dehşetini düşünmek milletlerarası topluluğu barışı koruma çareleri aramaya zorluyor. Korkudan ve yoksulluktan kurtulma en etkili çarelerden biri görünüyor. Öyle olduğu için de “ekonomik ve sosyal haklar” denen yeni temel haklar kategorileri ve artık devletten alacaklı duruma gelmiş olan kişilere karşı devletin yükümleri ortaya çıkıyor.

            Benzerine rastlanmayan bu olayın yanı sıra hiç beklenmedik bir hal görülüyor. Bir yandan, insan haklarının devlete karşı korunması endişesi artarken; öte yandan da birey kendisi için talep ettiği gittikçe daha geniş korunmanın benzerlerine karşı da sağlanmasını aynı titizlikle istemiyor. Öyle sanıyoruz ki, bu çelişki devletin kendi yapısında husule gelen değişiklikten ve bu değişikliğe paralel bir uyumluluğun önceki hukuk sisteminde görülmeyişindendir. Sosyal ve ekonomik yapıları aynı kalmıştır. Hâkim sınıflar devletin yeni yüklemler üstlenmesinin yeterli olacağına inanıyorlardı. Sosyal değişme, muhtaç olduğu üstyapıdan yoksundu. O kadar ki, İsveç gibi memleketler bir yana bırakılırsa, bu olayın evrensellik karakteri almış olduğunu söylemekte mübalağa yoktur. Bu uyumsuzluğa rağmen, itiraza uğramaktan çekinmeksizin şu kuralı ileri sürebileceğimizi söyleyebiliriz: İnsan Haklarının korunması işi sadece bir milli hukuk meselesi değildir.

            Çokluk, olandan farklı ve insanlık tarihinde ilk olarak, ikinci Dünya Savaşı ertesinde insan, evrensel değeri ile milletlerarası alanda göründü. Demek ki, artık tersine bir akım vardır. Milletlerarası hukuk hukuksal kurallar hiyerarşik listesinde fiilen ilk sırayı fethetmiştir. Milletlerarası kodifikasyon (düzenleme) milli yasamalara örnek olacaktır. Savaş ertesinin hemen bütün Anayasaları “İnsan Hakları Evrensel Demeci” hükümlerini tekrarlamışlardır. Yeni Anayasal kurallar milli yargı mercileri önünde teyit göreceği için Anayasalar daha da ileri gitmiş olacaklardır. Yeni Anayasaların bildiri ile ortak yönü özel kişilerce temel haklara yapılacak ihlallere karşı fazla bir şey sağlamayacaklardır.

“Güvenlik” unsuru

            Savaş sonrası görülmüş olan sosyal fenomen, yukarda da işaret ettiğimiz gibi insan için ve hele gençler için durmadan çoğalan “güvenlik İhtiyacı”nı yansıtıyor. Bu gözlem ana mesele üzerinde bir başka uyarıda bulunmamıza imkân veriyor. Bu uyarı şudur: Tedbirlerin ve çarelerin öngörülmüş ve hatta örgütlenmiş olması yetmez, aynı zamanda ve bilhassa korunmanın etkili olması gereklidir. Böyle bir etkinlik eğitici, tarafsız, insan haklarına saygılı, işini bilir, karar yetkisine sahip, her olayda süratle hareket edebilir bir kamu gücünün varlığını gerektirir. Ancak bu şartların gerçekleşmesiyle birey güvenlik duygusuna kavuşabilecektir.

İlaçlar

            Kamu otoritesi tarafından insan haklarının ihlali halleri yalnız anayasal nitelikte bir sorundur. Devletin bu hakları oluşturma görevi vardır. Özel kişilerce yapılan ihlaller daha ziyade bireysel hukuk alanında hükümler doğurur. Bu gibi ihlal hallerinde durumu düzeltmek olağan mahkemelere düşer. Kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme işinin olağan mahkemelere, veya özel bir yargı merciine verilmiş olduğu memleketlerde bireyin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bu mekanizmayı harekete geçirmesi mümkündür.

            Özel kişilerin ihlallerine karşı bu hürriyetleri korumak için ceza veya hukuk mahkemesinde yahut ta her ikisinde birden dava açabilir. Bazen da, belirli bir durum için özel bir hukuk kuralı bulunduğu olur. Örneğin, İsviçre Medeni Kanununun 211 inci ve Türk Kanun-u Medenisinin 266 ıncı maddesi çocuğun dinsel eğitimi konusunda ana babanın hürriyetlerini kayıtlayan her türlü anlaşmanın batıl olduğunu söyler. Bugünkü hukuk sistemlerinin en ileri olanları siyasal toplumun sosyo-ekonomik yapısında yatan tehlikeleri uzaklaştırmakla yetiniyorlar. Geçen yüzyıl ortasından bu yana geçerli olan akım budur. Zayıfların korunması denilen büyük mesele budur. Devlet ezilenden yana olduğu için, dengenin düzelmesi için nazari olarak ümit var demektir.

            İş burada kalmış değildir. İhtiyaçlar bir taraftan kurumsallaşırken hukuksal nitelik alan fiili çarelerin doğmasına sebep oldu. Bu ihtiyaçlar yaşamsal akımı dahi yolundan saptırabilmektedir. Aynı zamanda gerektiğinde, yürütme organını kararlarını değiştirmeye veya kaldırmaya zorlamaktadır. Gerçi, bir kişiler topluluğu olan bu baskı gruplarının incelenmesi doğrudan doğruya konumuza girmez. Ama gruplar gerisinde kolektif bir imtiyaz hakkı sahibi veya fiili bir davranışın faili olarak bireyi bulmaktayız.

Olaylara bakış

            Uygulanabilecek prensipleri daha iyi belirtmek için, özel kişiler arasındaki insan hakları ihlali halleri örnekleri diye ele alınabilecek olaylar bütününe göz atmayı uygun buluyoruz. Bunlardan sadece Türkiye’ye ilişkin olanları alacağız.

            Bir seri tip-olayı şu şekilde ortaya serebiliriz: En başta hayat ve beden bütünlüğü haklarının ihlali hallerine rastlanır.

Cismani hürriyetler

            Bir kadın eve geç geldiği için kocası tarafından bıçaklanmıştır. Suçlu cahil adamdır. Yaralanan kadına gelince, hastanede kendisine soruldukta şikâyetçi olmadığını, zira kocasının kendisi üzerinde hayat ve memat hakkı bulunduğunu söyler. Bu olay 15 Nisan 1969’da cereyan etmiştir.

            Sosyalist eğilimli iki üniversite öğrencisi muhalif gruba mensup olanlar tarafından kaçırılarak bir yurt binasının bodrumunda hapis olunmuş ve işkencelere maruz bırakılmıştır. Olay, 11 Mayıs 1970’de başkentte ortaya çıkmıştı.

            Bir köy çapkını bir grup köylü tarafından dağa kaldırılmış ve orada uzun boylu işkencelere tabi tutulduktan sonra öldürülmüştür. Bu, 1968 yılı Ağustos sonunda olmuştur.

            Adamın biri kara yolunun kendi malı olduğunu iddia ederek yolu kesecek şekilde demir kazıklar dikmek suretiyle kapatmıştır. Daha yakın bir tarihte ise, bir futbol takımının silahlı taraftarları bir maç arifesinde şehre girip çıkmayı yasaklamışlardır. Yoldan geçmek isteyen bütün araçlar kontrol edilmiş ve yolcular kimliklerini ispat zorunluluğunda bırakılmışlardır. Hadise, 8 Mayıs 1970 günü geçmişti.

            Yukarıda sayılan haller son zamanların sayısız olayları arasından gelişi güzel alınmıştır.

İnsan haysiyeti

            Başka bir seri olay insan kişiliğinin haysiyetine tecavüz olarak nitelendirilebilir. Mekke’ye hacca gitmek isteyen ve mali imkânları yeterli olmayan Afrikalı Müslümanlar güçlüğü yenmenin çaresini beraberlerinde bir “hizmetçi” götürmekte bulmuşlardır. Hizmetçi kız veya kadındır. Suudi Arabistanlı heveslilere bin İngiliz lirası karşılığında satılmaktadır. Bu tarz harekete işaret eden Sir Douglas Glover, 8 Mayıs 1969’da Avam Kamarasında buna “insan biçiminde seyahat çeki” adını vermiştir. Bu örnek, esaretin yaşayan müessese olarak varlığını ispat eder. “The Reporter” adlı Amerikan dergisi 1968 başı sayısında çıkan bir makalede Basra Körfezindeki sultanlıklarda esaretin kanunen yürürlükte olduğunu kaydediyor. Ortadan kalkması şöyle dursun onbeş yıllık bir sürede üç yüz artış göstermiştir (1947’den 1962’ye uzanan dönem). Bilhassa Arap ülkelerinde, Afrika’da, Latin Amerika’da ve Pasifik bölgelerinde uygulanmaktadır. Bütün bu memleketlerde fuhuş büyük itina ile örgütlenmiştir. Genel kadınlar insanlık dışı şartlar içinde yaşamaktadırlar.

            Esaret, küçüklerin istismarı ve saire gibi sorunlara ilişkin olmak üzere Birleşmiş Milletlerce yaptırılmış incelemeler vardır.

            Yalancı evlenme şeklinde beliren küçükleri istismar örneklerine rastlanıyor.

            Türkiye’de bir evlendirme memuru dokuz ila oniki yaşlarında çocukları evlendirdiği için tevkif edilmiştir. Bu işi on bir yıldır yapmakta olduğu anlaşılmıştır. Soruşturma sırasında evlendirmelerde sadece ana babanın muvafakatini aramış olduğunu bildirdi.

            Yine Türkiye’de on iki yaşında bir kız çocuğu 1970 yılı Mayıs ayında üçüncü defa olarak evlenmiştir.

            Bu örnekler gerçekte beyaz kadın ticaretinin çeşitli şekillerini meydana getirmektedir. Türkiye’de en yaygın şekillerden biri küçük yaştaki bir çocuğu güya ailenin çocuğu imiş gibi beslemek, giydirmek, barındırmak ve eğitmek vaadi ile eve almaktır. Bu davranış ve alışkanlık köleliği ve küçüklerin sömürülmesi müessesesini gizlemektedir.

            Milletlerarası sözleşmelerin etkisi çok azdır. Siyasal topluluklar her zaman eliti meydana getiren üyeleri tarafından temsil edilirler. Temsilciler az çok aynı entelektüel formasyondadırlar. Bu itibarla, insan haklarını ilgilendiren anlaşmalara varmak nispeten kolaydır. Ancak, büyük güçlük antlaşmaya imza koymuş olan belli bir memlekette ne yapılmak istenmiş olduğundadır. Bu takdirde, ülküleri gerçek hayata uygulamak gerekir. Herkes bilir ki bir takım sosyal güçler yeni kavramların benimsenmesine manidir. Birleşmiş milletlerce 7 Eylül 1956 tarihinde kabul edilmiş bulunan esarete ilişkin sözleşme çok anlamlı bir örnektir. Türkiye Cumhuriyeti o sözleşmeye katılmış olmakla beraber yukarda kısaca sözünü ettiğimiz haller ortaya çıkmıştır.

            Resmi yetkili ve sorumlu otoritelerin 1970’de hazırladığı bir raporda beyaz kadın ticaretinin sürekli gelişme halinde olduğuna dikkat çekilmiştir. Bir takım gizli örgütler, zanaatlarını icrada telefondan faydalanıyorlar. Başka bir kısım uzmanlar gayrimenkul simsarlığı veya artist, ya da sinema acenteliği kılığına bürünmekle yetiniyorlar. Raporda göze çarpan, otoritelerin işi çözeceğini sandıkları yeni metinler hazırlamak için bütün çabalarını harcamakta olduklarıdır. Şüphesiz bu tarz düşünmek sathi olur. Babanın öz kızını sattığına rastlanmıştır. Bir kapıcı on altı yaşındaki kızını üçbin lira karşılığında satmıştır. Milli paranın devalüasyonuna rağmen fiyatın piyasada hep aynı kalmakta oluşu da şaşılacak bir şeydir. Başka bir hadisede, 1969 başında bir baba kızını aynı fiyata satmıştı. 20 Haziran 1970’de yapılan bir başka satışta da bedel yine aynı olmuştur. Küçük kız polise kendisini babasına teslim etmemesi için yalvarmıştır.

            Bu hallerden başka, uyuşturucu madde kullanılmasından çıkan durumlara da işaret edelim. İran, uyuşturucu madde kaçakçılarının işleyecekleri suçların ölüm cezasıyla karşılanmasına kadar gitti. Türk kanunları afyon ve bileşkeleriyle bunlardan çıkarılan diğer ürünlerin kaçakçılığı için oldukça ağır cezalar koymuştur. Bu maddeleri kullanmak, elde bulundurmak suç teşkil eder. Bütün bunlar bize gayet normal görünmektedir. Düzeni, sağlığı, kamu asayişini ve ahlakını korumak yolunda tedbirler almak devletin hakkı ve ödevidir. Bizi ilgilendiren nokta çeteler mensuplarının zehir ağına düşürülerek onların keyfine ram oluşları ve haysiyetsiz varlıklar haline düşmeleridir.

            Burada çağımızın taşıdığı damga göze çarpıyor. İlgisizlik had dereceye çıkmıştır. Kaldırım üzerine boylu boyuna uzanmış baygın yatan hastaya yardım ellerini uzatmak zahmetine katlanmayanlar çok. Mahrem hayatımıza burnunu sokmasından gayrı her şeyi kendisinden beklediğimiz yeni bir devlet anlayışı benimsemekle insanlıktan çıkmaya başladık.

            Hürriyet anlayış tarzımızla başkalarına ancak fantezi olsun diye veya bencilliğimizden hizmet edebiliyoruz. Oto-stop canlı bir örnektir. Çağımız uygarlığı dönemi öncesindeki dayanışmanın yerini bireyin yalnızlığa çekilişi aldı. Hiç olmazsa bu yalnızlığında huzura kavuşmuş olsa bari! Özel hayatında bile başını dinleyemiyor. Artık “mahrem hayat alanı” diye bir şey kalmamıştır.

Barış içinde yaşama hakkı

            Gerçekten, bir başka grup olayı barış içinde yaşama hakkına aykırılık diye nitelemek kabildir.

            Teknolojinin inanılmaz gelişmesi bir takım pek ufacık gereçler yapılmasına yol açtı. Bu gereçler bir tarafa gizlendiği zaman mahrem görüşmeler tescil edilebiliyor. Dahası da var, elektronik uzak mesafeden de mahrem görüşmelerin dinlenmesini sağlamakta. Teleobjektifler kilometrelerce öteden fotoğraflar çekiyor. Gizli ve kutsal âlemimiz özel resim alıcı gereçlerle ihlal ediliyor.

            Bu yeni aletlere “minik casus” adı da verildi. İsviçre konu üzerinde epeyce durdu ve kendi kanunları arasına “kişisel gizlilik alanı”nı koruma amacıyla özel hükümler koydu. Bu hükümler arasında başkalarını korkutmak, ürkütmek veya rahatsız etmek kastiyle telefon tesislerini kötüye kullananlara ceza verilmesini öngören kurallar da var.

            Özel Yaşama Hakkı’na ilişkin sorunlar Mayıs 1967’de Stokholm’da toplanan kuzey ülkeleri hukukçuları konferansının konusu olmuştu. Çok çeşitli olaylar ve haller incelendi. Pek değerli bir doküman üzerinde çalışıldı. Buna rağmen ve konferans birçok sonuçlara varmış olduğu halde mesele yine ortadadır.

            İşte Türk sosyal yaşayışından, bazen gayet acayip, bazı olaylar:

            Lise öğrencisi genç kız velileri okul müdürleri emrinde doktorların çocuklarının mahrem hayatına karıştığından yakınmışlardır. Okul müdürleri doktorları çocukların kızlık muayenesine memur etmişlerdi. Rezalet çabuk kapatıldı.

            Başkentte Tıp Fakültesi kliniklerinden birinde çalışan bir doktor bir “yapay dölleme bankası” kurmayı düşünmüştü. Bu sayede çocuk sahibi olamayan kadınlara bu imkân sağlanmış olacaktı. Çevrenin tepkisi o derecede şiddetli oldu ki, tasavvurundan vazgeçmek zorunda kaldı. Meçhul kişilerin tecavüzünden korkmuştu. Bir gün yoktur ki Türkiye’de insanın işine dıştan keyfi karışmalar ve önlemeler vuku bulmasın. Öyle ki, günlerden bir gün kırmızı renkli bir ceket giymek hevesine kapılan bir delikanlı sol aleyhtarı bir grup tarafından ölesiye tecavüze uğramıştır.

            Türkiye’ye Münih şehrinden Türkleri getirmekte olan otobüs yolcularından iki genç kız öteki yolcuların şikâyeti üzerine jandarmalarca sorguya çekiliyor. Yolcular genç kızların yol boyunca verilen molalarda yabancılarla konuşmuş olmalarından şikâyetçi idiler.

            Keyfi müdahalenin durmadan ortaya çıkan değişmez numunesi mini etek avıdır. Güneybatı şehirlerinden birinde erkeklerin mini etek giyecek olanların bacaklarına asit fışkırtılacağı veya jiletle yaralayacağı tehdidi üzerine kadınlar eteklerini uzatmak zorunda bırakılmışlardır. Tehditlerin etkisi görülmüştü. Çünkü az bir süre önce, merkezdeki büyük şehirlerden birinde meçhul kişiler oyuncak bir tabancayla birçok kadının bacaklarına yakıcı bir asit fışkırtmıştı. Bunu benzer bir olay da batıdaki şehirlerden birinde banka memuru bir bayanın mini etek giydiği için linç edilmek istenişidir. Olaya silahlı kuvvetlerin karışması gerekmişti. Genç kadın asker himayesinde kurtarılabilmişti. Saldırganlar sadece bu kadarla kalmadılar. Ayrıca, sakal, bıyık ve zülüf bırakan erkeklere karşı da savaş açtılar.

            Bir din adamından boşanan eski karısı şarkıcı bayan ahali tarafından imam eşliği yapmış bir kadının sahneye çıkamayacağı ileri sürülerek mesleğini yapmaktan alıkonulmuştur.

            Bu hadise bilhassa dikkat çekicidir. Zira bireylerarası ilişkilere keyfi karışmaların sebebini teşhise imkân vermektedir. Bu halin sebebi bir insan hakkının inkâr edilişinde yatar. İnanç hürriyeti inkâr olunuyor. Kanun dışı davranışlar hep islamı koruma bahanesiyle oluyor. Mini eteğe karşı harekette de aynı neden saklıdır. Gerek özel hayatta, gerek sosyal yaşayışa karşı bütün ihlallerde taassup unsurunu bulmak mümkündür. 70 yılları Türkiyesinin özelliği adeta buradadır. Kural olarak laik olan devlet dinin avı olmuştur. Din, devleti yutmaya ve sonunda ortadan kaldırmaya hazırlanmaktadır. Siyasal toplumun varlığı bu derece elim bir tehlike ile karşılaşıp ta keyfi ve kanunsuz davranışlar artık dayanılamaz hale gelince ve devlet yöneticileri buna çare bulamama aczine düşünce 12 Mart uyarısı ortaya çıkmıştır.

Ara sonuçlar

            Olayların sıralanışından çıkarılacak ilk sonuç insan haklarının ancak resmi otoritelerce inanç tercihi yapılmaması şartıyla korunabileceğidir.

            İkinci sonuç, ki hepsinden daha önemlisi budur, insan haklarına saygıyı sağlamaya gerçekten elverişli tek çarenin eğitim olduğudur. Öteki tedbirlerin hepsi de sonradan gelir. Ancak eğitim açısından ele alındığı takdirdedir ki insan sorumluluk duygusu sayesinde hürriyetinin bilincine varabilecektir.

Eğitim

            Bireylerarası ilişkilerde insan haklarının korunması hususunda en başta gelen amil durumundaki eğitim, devletin işidir. Gereken asgariyi yalnız devlet sağlayabilir. Vatandaşlara eğitimin iyiliklerini ancak devlet getirebilir. Onun için, insan haklarının tanınmasını ve sayılmasını, yani korunma görmesini sağlayacak en uygun çarelerden biri olmak üzere ilköğretimi bütün vatandaşlara ulaştırmak yükümünü devlete yüklemek gerekiyor.

Prensiplerden uygulamaya

            Ümitlerimizi yitirmeyelim. İnsan hakları savaşı çağı olan devrimiz şimdilik birinci yarıyı kazanmış bulunuyor. Daha şimdiden bir genel kural ortaya çıktı. İnsan haklarının en üstün değer olduğu prensibi evrensel bir ölçü haline geldi. Örneğin Türk Anayasası, hem “Genel Hükümler”in baş tarafında hem de 57. ve 96. maddeler gibi hükümlerinde Cumhuriyet’in “İnsan haklarına dayandığı”nı bildirmiştir. Hatta, maddelere geçmeden önce, başlangıç kısmında –ki bu kısım da Anayasanın metnine dâhildir- izlenen amacın insan haklarını gerçekleştirecek ve teminat altına alacak demokratik hukuk devletinin kurulması olduğunu söylemektedir.

Temel prensipler

            Türk anayasal sisteminde insan hakları sorununa iki temel prensip hâkimdir:

1.      İnsan haklarını tanımlama yönünden Anayasa üstünlüğü prensibi.

2.      Yasama faaliyetlerinde insan haklarının üstünlüğü prensibi.

Türk Anayasa Mahkemesince saptanan esasa göre Anayasanın ruhu ve gayesi insan hakları temelinde aranmalıdır. İnsan haklarının biçimsel kaynağı anayasa’dır. Nitekim yüksek mahkeme insan haklarını gerçekleştirmek devlete ait ödevlerdendir, demiştir ( 17 Aralık 1968 günlü karar). Devlet temel hakları ve hürriyetleri korumakla yükümlüdür. Anayasanın 10. Maddesinden çıkan anayasal esas odur. Maddenin ikinci fıkrası devletin kişinin temel haklarını ve hürriyetlerini kayıtlayıcı her türlü engelleri kaldıracağını yazar.

Anayasa üstünlüğü prensibi mutlak değildir. Bakınız, Anayasa mahkemesi ne diyor: “Kanunlar Anayasanın açık hükümlerine uygun olmazdan önce bütün uygar ülkelerde bilinen ve kabul edilen hukuk esaslarına uygun olmak zorundadır.” (22 Aralık 1964 günlü karar). Onun içindir ki, Anayasa denetimini uygulamadan önce H.C.Gutteridge’in “Supereminent Principles” ve Alman hukukçuların da “Generalklauseln” adını verdikleri hukukun genel prensiplerine uygunluğu araştırmak gereklidir.

Anayasa üstünlüğünden yasama yetkisinin şarta bağlılık özelliği çıkar. Yasama yetkisi ancak anayasaya saygı gösterilmişse geçerli olarak iş görebilir. Türk Anayasası yasama yetkisinin devrini de yasaklamıştır. Yasama yetkisi: a) şartlı, b) sınırlı bir yetkidir. Her şeyden önce “hukukun genel esasları” ve “anayasa ilkeleri” ile sınırlıdır.

Türk Anayasa Mahkemesi bir sitem kurmuş bulunuyor. Biz bu sisteme “Gayrimeşru müdahale teorisi” adını vereceğiz. Bu görüşe göre fert üzerinde baskı doğuran ve onu tereddüde düşüren her türlü yasam yolu ile müdahale gayrimeşrudur (3 Mayıs 1968 kararı). Anayasal üstünlük prensibi hürriyetlerin kayıtlanması hakkındaki kuralı da çizer. Anayasa’dan çıkan haklar (yeni Anayasa’ca tanımlanan haklar) “ancak Anayasa’da belirtilen hallerde” sınırlandırılabilir (11 Aralık 1964 günlü karar).

İnsan haklarının üstünlüğü prensibine gelince, temel hakları ilgileyen bütün kanunlar “insan haklarını özellikle teyit etmelidir” (19 Eylül 1968 günlü karar). Bu prensip sınai ve bedii faaliyetlerden doğan maddi ve manevi menfaatlerin korunmasını istemek hakkının anayasaya uygunluğu dolayısıyla uygulama gördü. Anayasa Mahkemesi kanun yapıcının bu sorunu “insan hakları ilkesi sınırları içinde kalmak şartıyla” düzenlenebileceğine karar verdi (28 Aralık 1967 günlü karar).

Şunu da ilave edelim ki, Türk Anayasa Mahkemesi insan haklarını milletlerarası hukuk düzeyinde ele almakta ve bu hukuku anayasa hukukunun üstünde saymaktadır. Bazen İnsan Hakları Evrensel Bildirisine dayanıyor (yukarıda gösterdiğimiz karar ve ayrıca 18 Haziran 1968 günlü karar), veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden ve ona Ek protokolden söz ediyor (18 Eylül 1968 ve 28 Aralık 1967 günlü kararlar).

Bir başka ilginç nokta da şu: Türk Anayasa Mahkemesi içtihatlarına göre, insan hakları konusunda temel hukuk sorunu bu haklarla devlet hayatının isterleri arasında anayasal bir denge kurmaktan ibarettir. Bu dengede üstünlük ve tercih temel hürriyetlerdedir.

Sonuçlar

            Bu kısa açıklamadan sonra bazı genel sonuçlar çıkarmaya çalışalım.

            Birey, kendi hemcinsleri karşısında bir savunma halinde yaşadığı için, insan hakları onun katkısı olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Doyurucu bir sonuç elde edilebilmesi için her şeyden önce devletin bir hukuk devleti niteliğine bürünmesi şarttır. Başka bir deyişle, hukuk üstünlüğü sağlanmış olmalıdır. Bunun için de insan haklarının iyice anlaşılmış olması, bunların evrenselliklerinin bilinmesi gerekir.

            Aynı zamanda devletin insan haysiyetinin değerini iyice anlatması lazımdır. Bunun için gerekli yaşamayı ve düzenlemeyi yapacak, münasip yürütme tedbirlerini alacaktır. Ulaşılması gereken amaç bireyin benliğine, bilincine ve yüreğine girebilecek her türlü kin duygusu tohumunu söküp atmaktır. Bütün eşitsizliklerin bu kin duygusundan doğduğu bilinen bir gerçektir. Apartheid alışkanlığına ve öteki ırk ayrımlarına son vermek, temel hakların doğal bekçisi olan devletin varlığında tehlike yaratan, varlığını tehdit eden dinsel ayırımlara artık paydos demek zamanı gelmiş değil midir? Ayırım prensipleri üzerine kurulmuş siyasal rejimler daima insanı haysiyet ve şerefinde bir değersizleşmeye mahkûm ediyor. Faşist ve Nazi denemeleri ayrıca bu tarz rejimlerin neticede mucitlerinin denaetine vardığını ispat etti.

            Modern insan hakları anlayışının özelliklerinden biri serbest bireyin artık kendi kaderine terk edilmiş insan yaratığı olmadığıdır. Birey alın yazısına katlanmaya mahkûm değildir. Toplumsal-ekonomik çevrede tek başına kalmış değildir. Modern insan hakları anlayışı insan varlığının hür olmak yüzünden asla acı çekmemesini istiyor. Hürriyet kusur ya da zarar doğurmaz. Kendisinden faydalanılması yönünden hürriyet şartsız bir nimettir. Sadece kullanılışı kayıtlanmasını kendi varlık nedeninde bulur ki, bu neden herkes için aynıdır.

            Bireylerarası ilişkilerde ve alış verişlerde insan haklarının korunması özel kişilerce dokunulacak insan hakları ihlallerine ilişkin şikâyetleri almakla görevli özel yakınma daireleri kurulması gibi tedbirlerle tamamlanabilir.

            Dairenin dikkatini çekmek yetkisi herkese tanınabilir. Gönüllülerden kurulu bir dayanışma dairesi her belirgin olayda yardım sağlayabilir. Şayet olay bir ceza kovuşturması konusu teşkil etmekte ise gereken ne ise Baro ile işbirliği halinde yapılacaktır. Eğer, müeyyidesiz ve kanunların öngörmediği bir özel durum olursa, bu daire bir kanun önerilmesi için gerekli teşebbüsü yapacaktır. Ne olursa olsun bireyin hakkı üçüncü kişilerce çiğnenmiş olduğu için zarar ortaya çıkmışsa bunun giderilmesinden en son olarak devlet sorunlu tutulacaktır.

            Etkili bir korunma sağlanabilmesi için bireyin kendi kendisine karşı da korunması gerekir. Kendi kendisine karşı saygısı yoksa hiçbir şey korunmaz. Onun içindir ki, modern toplumsal yaşamanın temel şartı olmak üzere insan, haklarının üstün değeri bilincini kazanmış olmalıdır. Burada da yine eğitim faktörünün önemi kendini gösterir. İnsan, insan haklarına saygı zorunluluğunu öğrenecektir. Aynı zamanda bu saygının topluluk yaşayışında hüküm sürmesinin şart olduğunu bilecektir. Bu bakımdan, insan haklarının korunması şartı olan insan haklarına saygının kamuya açık yerlerde yerleşmesi şarttır. Eğer hizmetlerden yararlananlar sokakta asayişi koruma hususunda umursamazlık içinde ise, hiçbir insancıl değerin geçerli olmamasına şaşmamalıdır. Barış olmayan yerde hürriyet olmaz. Sokaklarınızda seyyar satıcı naralarından, durmadan havlayan klaksonlardan geçilemiyorsa insan haklarından faydalanamazsınız. Çünkü bu haklardan faydalanabilmenin şartlarına kavuşabilmiş değilsinizdir. Hür insan, yani insan haklarından faydalanan insan önce maddi huzurunda rahatsız edilmek tehdidiyle karşılaşmayan insan demektir. Teknolojinin bugün erişmiş bulunduğu gelişme derecesine ulaşışı bundandır. Ama ne yazık ki bu gelişme derecesi kendine zararı dokunacak ve ancak çok az sayıda bazı imtiyazlılara fayda getirecek hale dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

            Hukuk üstünlüğü ya da Amerikalıların deyişi ile Hukuk Devleti bir bütün sistemine verilen isimdir. Bu bir küldür, tek bir sistemdir. Bütününü meydana getiren tekmil parçaları aynı amaca yönelmiştir. İnsan hakları bu bütünlük içinde tam olarak gerçekleşebilecektir. Birey, sosyal yapıların çeşitli basamakları, devlet, milletlerarası kuruluşlar hep bir arada sonuçların başarılı olmasını sağlamakla yükümlüdürler. İnsan haklarına saygı gösterilmeyen yerde demokratik rejim yoktur. Demokratik rejimin piçleşmesi için temel haklardan sadece bir tanesinin çiğnenmiş olması yeterlidir. Bizim için önemli olan insanın hem kendi yalnızlığı içinde, hem de toplumdaki varlığında güvenliğe sahip olmasıdır. Hoş görmezlik illeti ne ölçüde ve nerede ortaya çıkarsa çıksın insanın güvenlik içinde yaşamasına engel olmaktadır. Bu güvensizlik ise, zaten insanın tek başına elde edebileceği bir şey değil. Ancak birlikte yaşamakta olanların ortaklaşa işidir. Bu da bireylerarası ilişkilerde insan haklarının korunması zorunluluğunu anlatıyor. Bir yandan, insanların eğitilmesi; öte yandan, topluluk halinde yaşayabilmelerinin şartı olarak devletin alacağı tedbirler sayesinde bugün haklı bir övünçle “İnsan Hakları” adını verdiğimiz değerden herkesçe eşit olarak faydalanılması imkânının sağlanacağını umuyoruz.

[1] Bu etüdün Fransızcası “René Cassin Amicorum Discipulorumque Liber”in III. cildinde yer almıştır. A.Pedone, Paris, “Jura Hominis Ac Civis” serisi.

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications