TÜRK
SİSTEMİNDE ÖZEL KİŞİLERARASI İLİŞKİLERDE İNSAN
HAKLARININ KORUNMASI
Bülent Nuri
ESEN
Giriş
İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi yaşadığımız çağdaki
kadar çok sayıda sorunla yüklü olmamıştır. Sanki
bilmeceler dönemini yaşamaktayız.
Teknolojinin akıl almaz gelişmesine ve sağladığı bütün
faydalara rağmen, çağımız toplumunun göze çarpan
özelliklerine “saldırganlık” faktörü hâkimdir. Kuvvet
kullanma ve fiili durum yaratma olağan hale geldi. O
kadar ki, insanoğlu rahat bir hayat yaşamak hakkını
kaybetmiş gibidir. Durmadan emr-i vakilerle, kuvvet
gösterileriyle karşı karşıyadır.
Mevcut hukuk düzeni artık zamanın isteklerini
karşılayamaz olmuştur. Kamu otoritelerinin zaafı ve
idarenin uyuşukluğu ancak bununla izah edilebilir.
Bu
hal iki sonuç doğurmaktadır:
1.
Bireyde
güvensizlik duygusu. Buradan da geleneksel değerlere
karşı bir çekingenlik doğmaktadır.
2.
Başkalarını küçük görmeye varan bir bencillik duygusu.
Konunun
sınırları
Bu
iki duygu insaf dışı bir hoş görmezliğe ve insan
kişiliğinin değersizleşmesine sebep oluyor.
İnsanın sadece siyasal iktidar ile idareye karşı değil,
fakat aynı zamanda kendi hemcinslerine karşı da
korunmaya ihtiyacı vardır. Bu, bireyin birey ile
savaşıdır. Bu, bireyin öteki bireylere karşı korunması
sorunudur.
Bireyin hürriyetinin başka bireyler tarafından keyfi bir
kayıtlamaya tabi tutulduğu haller pek çoktur. Üçüncü
kişilerin müdahalesiyle hürriyetlerin kısıtlanması
konusunda ve hatta yok edilmesine dair bir sürü örnek
verilebilir. Gerçekten, cana kasıttan tutun da hakarete
kadar ve bu arada beyaz kadın ticareti, özel hayata
müdahale, mahrem hayatı ihlal ve cismani bütünlüğe zarar
verme halleri pek çoktur.
Prensip itibariyle, bu yazıda sadece kanunda tanımlanıp
ceza altına alınmamış suçlar dışındaki halleri almakla
yetineceğiz. Bununla beraber, kanun hükümleriyle
müeyyide altına alınmış bazı halleri de ele almak
isteriz. Bu hallerin çoğu suçluluk fiilini belirten
çizgi üzerindeki hallerdir.
İnsan haklarının korunması iki ayrı düzeyde
incelenebilir. Milletlerarası bir koruma hatıra
gelebilir. Birleşmiş Milletler nezdinde bir “ombudsman”
(kamu denetçisi) yaratılmak istenmesi bu yolda bir
gayret teşkil eder. Başvuracak olanların gideceği
milletlerarası düzeyde bir kurum söz konusudur.
Başvurmanın şartı, ancak milli mahkemelerce verilmiş
kesin bir ilam bulunmasıdır. Sonra, milletlerarası bir
yargı mercii de düşünülebilir. Ancak, görüşler böyle bir
teşebbüse yaklaşılmasından uzak görünmektedir.
Bölgesel düzeyde korunmaya gitmenin şansı daha
yüksektir. Bugüne kadar yapılan tecrübeler gelecek için
ümit vericidir.
Lakin asıl önemli olan, milli düzeyde korunmadır. Bu
korunmayı sağlayan bilhassa mahkemeler ve bazen de,
ombudsman gibi müesseselerdir. Ombudsman kurumu insan
haklarının korunması yönünden ek bir garantidir.
Değişme
halindeki devlet
İnsan hakları anlayışının eriştiği olağanüstü gelişme
anlayışında husule gelen değişme sayesinde ortaya
çıkabilmiştir. Devletler camiası içinde itibara kavuşmuş
olmasına rağmen insan hakları devletin yeni yapısından
değer almaktadır. Devlet yoksulluktan uzak yaşamak
hakkının müteahhidi sıfatını takındı. Gelecekte bir
savaşın dehşetini düşünmek milletlerarası topluluğu
barışı koruma çareleri aramaya zorluyor. Korkudan ve
yoksulluktan kurtulma en etkili çarelerden biri
görünüyor. Öyle olduğu için de “ekonomik ve sosyal
haklar” denen yeni temel haklar kategorileri ve artık
devletten alacaklı duruma gelmiş olan kişilere karşı
devletin yükümleri ortaya çıkıyor.
Benzerine rastlanmayan bu olayın yanı sıra hiç
beklenmedik bir hal görülüyor. Bir yandan, insan
haklarının devlete karşı korunması endişesi artarken;
öte yandan da birey kendisi için talep ettiği gittikçe
daha geniş korunmanın benzerlerine karşı da sağlanmasını
aynı titizlikle istemiyor. Öyle sanıyoruz ki, bu çelişki
devletin kendi yapısında husule gelen değişiklikten ve
bu değişikliğe paralel bir uyumluluğun önceki hukuk
sisteminde görülmeyişindendir. Sosyal ve ekonomik
yapıları aynı kalmıştır. Hâkim sınıflar devletin yeni
yüklemler üstlenmesinin yeterli olacağına inanıyorlardı.
Sosyal değişme, muhtaç olduğu üstyapıdan yoksundu. O
kadar ki, İsveç gibi memleketler bir yana bırakılırsa,
bu olayın evrensellik karakteri almış olduğunu
söylemekte mübalağa yoktur. Bu uyumsuzluğa rağmen,
itiraza uğramaktan çekinmeksizin şu kuralı ileri
sürebileceğimizi söyleyebiliriz: İnsan Haklarının
korunması işi sadece bir milli hukuk meselesi değildir.
Çokluk, olandan farklı ve insanlık tarihinde ilk olarak,
ikinci Dünya Savaşı ertesinde insan, evrensel değeri ile
milletlerarası alanda göründü. Demek ki, artık tersine
bir akım vardır. Milletlerarası hukuk hukuksal kurallar
hiyerarşik listesinde fiilen ilk sırayı fethetmiştir.
Milletlerarası kodifikasyon (düzenleme) milli yasamalara
örnek olacaktır. Savaş ertesinin hemen bütün Anayasaları
“İnsan Hakları Evrensel Demeci” hükümlerini
tekrarlamışlardır. Yeni Anayasal kurallar milli yargı
mercileri önünde teyit göreceği için Anayasalar daha da
ileri gitmiş olacaklardır. Yeni Anayasaların bildiri ile
ortak yönü özel kişilerce temel haklara yapılacak
ihlallere karşı fazla bir şey sağlamayacaklardır.
“Güvenlik”
unsuru
Savaş sonrası görülmüş olan sosyal fenomen, yukarda da
işaret ettiğimiz gibi insan için ve hele gençler için
durmadan çoğalan “güvenlik İhtiyacı”nı yansıtıyor. Bu
gözlem ana mesele üzerinde bir başka uyarıda bulunmamıza
imkân veriyor. Bu uyarı şudur: Tedbirlerin ve çarelerin
öngörülmüş ve hatta örgütlenmiş olması yetmez, aynı
zamanda ve bilhassa korunmanın etkili olması gereklidir.
Böyle bir etkinlik eğitici, tarafsız, insan haklarına
saygılı, işini bilir, karar yetkisine sahip, her olayda
süratle hareket edebilir bir kamu gücünün varlığını
gerektirir. Ancak bu şartların gerçekleşmesiyle birey
güvenlik duygusuna kavuşabilecektir.
İlaçlar
Kamu otoritesi tarafından insan haklarının ihlali
halleri yalnız anayasal nitelikte bir sorundur. Devletin
bu hakları oluşturma görevi vardır. Özel kişilerce
yapılan ihlaller daha ziyade bireysel hukuk alanında
hükümler doğurur. Bu gibi ihlal hallerinde durumu
düzeltmek olağan mahkemelere düşer. Kanunların anayasaya
uygunluğunu denetleme işinin olağan mahkemelere, veya
özel bir yargı merciine verilmiş olduğu memleketlerde
bireyin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bu
mekanizmayı harekete geçirmesi mümkündür.
Özel kişilerin ihlallerine karşı bu hürriyetleri korumak
için ceza veya hukuk mahkemesinde yahut ta her ikisinde
birden dava açabilir. Bazen da, belirli bir durum için
özel bir hukuk kuralı bulunduğu olur. Örneğin, İsviçre
Medeni Kanununun 211 inci ve Türk Kanun-u Medenisinin
266 ıncı maddesi çocuğun dinsel eğitimi konusunda ana
babanın hürriyetlerini kayıtlayan her türlü anlaşmanın
batıl olduğunu söyler. Bugünkü hukuk sistemlerinin en
ileri olanları siyasal toplumun sosyo-ekonomik yapısında
yatan tehlikeleri uzaklaştırmakla yetiniyorlar. Geçen
yüzyıl ortasından bu yana geçerli olan akım budur.
Zayıfların korunması denilen büyük mesele budur. Devlet
ezilenden yana olduğu için, dengenin düzelmesi için
nazari olarak ümit var demektir.
İş
burada kalmış değildir. İhtiyaçlar bir taraftan
kurumsallaşırken hukuksal nitelik alan fiili çarelerin
doğmasına sebep oldu. Bu ihtiyaçlar yaşamsal akımı dahi
yolundan saptırabilmektedir. Aynı zamanda gerektiğinde,
yürütme organını kararlarını değiştirmeye veya
kaldırmaya zorlamaktadır. Gerçi, bir kişiler topluluğu
olan bu baskı gruplarının incelenmesi doğrudan doğruya
konumuza girmez. Ama gruplar gerisinde kolektif bir
imtiyaz hakkı sahibi veya fiili bir davranışın faili
olarak bireyi bulmaktayız.
Olaylara
bakış
Uygulanabilecek prensipleri daha iyi belirtmek için,
özel kişiler arasındaki insan hakları ihlali halleri
örnekleri diye ele alınabilecek olaylar bütününe göz
atmayı uygun buluyoruz. Bunlardan sadece Türkiye’ye
ilişkin olanları alacağız.
Bir seri tip-olayı şu şekilde ortaya serebiliriz: En
başta hayat ve beden bütünlüğü haklarının ihlali
hallerine rastlanır.
Cismani
hürriyetler
Bir kadın eve geç geldiği için kocası tarafından
bıçaklanmıştır. Suçlu cahil adamdır. Yaralanan kadına
gelince, hastanede kendisine soruldukta şikâyetçi
olmadığını, zira kocasının kendisi üzerinde hayat ve
memat hakkı bulunduğunu söyler. Bu olay 15 Nisan 1969’da
cereyan etmiştir.
Sosyalist eğilimli iki üniversite öğrencisi muhalif
gruba mensup olanlar tarafından kaçırılarak bir yurt
binasının bodrumunda hapis olunmuş ve işkencelere maruz
bırakılmıştır. Olay, 11 Mayıs 1970’de başkentte ortaya
çıkmıştı.
Bir köy çapkını bir grup köylü tarafından dağa
kaldırılmış ve orada uzun boylu işkencelere tabi
tutulduktan sonra öldürülmüştür. Bu, 1968 yılı Ağustos
sonunda olmuştur.
Adamın biri kara yolunun kendi malı olduğunu iddia
ederek yolu kesecek şekilde demir kazıklar dikmek
suretiyle kapatmıştır. Daha yakın bir tarihte ise, bir
futbol takımının silahlı taraftarları bir maç arifesinde
şehre girip çıkmayı yasaklamışlardır. Yoldan geçmek
isteyen bütün araçlar kontrol edilmiş ve yolcular
kimliklerini ispat zorunluluğunda bırakılmışlardır.
Hadise, 8 Mayıs 1970 günü geçmişti.
Yukarıda sayılan haller son zamanların sayısız olayları
arasından gelişi güzel alınmıştır.
İnsan
haysiyeti
Başka bir seri olay insan kişiliğinin haysiyetine
tecavüz olarak nitelendirilebilir. Mekke’ye hacca gitmek
isteyen ve mali imkânları yeterli olmayan Afrikalı
Müslümanlar güçlüğü yenmenin çaresini beraberlerinde bir
“hizmetçi” götürmekte bulmuşlardır. Hizmetçi kız veya
kadındır. Suudi Arabistanlı heveslilere bin İngiliz
lirası karşılığında satılmaktadır. Bu tarz harekete
işaret eden Sir Douglas Glover, 8 Mayıs 1969’da Avam
Kamarasında buna “insan biçiminde seyahat çeki” adını
vermiştir. Bu örnek, esaretin yaşayan müessese olarak
varlığını ispat eder. “The Reporter” adlı Amerikan
dergisi 1968 başı sayısında çıkan bir makalede Basra
Körfezindeki sultanlıklarda esaretin kanunen yürürlükte
olduğunu kaydediyor. Ortadan kalkması şöyle dursun onbeş
yıllık bir sürede üç yüz artış göstermiştir (1947’den
1962’ye uzanan dönem). Bilhassa Arap ülkelerinde,
Afrika’da, Latin Amerika’da ve Pasifik bölgelerinde
uygulanmaktadır. Bütün bu memleketlerde fuhuş büyük
itina ile örgütlenmiştir. Genel kadınlar insanlık dışı
şartlar içinde yaşamaktadırlar.
Esaret, küçüklerin istismarı ve saire gibi sorunlara
ilişkin olmak üzere Birleşmiş Milletlerce yaptırılmış
incelemeler vardır.
Yalancı evlenme şeklinde beliren küçükleri istismar
örneklerine rastlanıyor.
Türkiye’de bir evlendirme memuru dokuz ila oniki
yaşlarında çocukları evlendirdiği için tevkif
edilmiştir. Bu işi on bir yıldır yapmakta olduğu
anlaşılmıştır. Soruşturma sırasında evlendirmelerde
sadece ana babanın muvafakatini aramış olduğunu
bildirdi.
Yine Türkiye’de on iki yaşında bir kız çocuğu 1970 yılı
Mayıs ayında üçüncü defa olarak evlenmiştir.
Bu
örnekler gerçekte beyaz kadın ticaretinin çeşitli
şekillerini meydana getirmektedir. Türkiye’de en yaygın
şekillerden biri küçük yaştaki bir çocuğu güya ailenin
çocuğu imiş gibi beslemek, giydirmek, barındırmak ve
eğitmek vaadi ile eve almaktır. Bu davranış ve
alışkanlık köleliği ve küçüklerin sömürülmesi
müessesesini gizlemektedir.
Milletlerarası sözleşmelerin etkisi çok azdır. Siyasal
topluluklar her zaman eliti meydana getiren üyeleri
tarafından temsil edilirler. Temsilciler az çok aynı
entelektüel formasyondadırlar. Bu itibarla, insan
haklarını ilgilendiren anlaşmalara varmak nispeten
kolaydır. Ancak, büyük güçlük antlaşmaya imza koymuş
olan belli bir memlekette ne yapılmak istenmiş
olduğundadır. Bu takdirde, ülküleri gerçek hayata
uygulamak gerekir. Herkes bilir ki bir takım sosyal
güçler yeni kavramların benimsenmesine manidir.
Birleşmiş milletlerce 7 Eylül 1956 tarihinde kabul
edilmiş bulunan esarete ilişkin sözleşme çok anlamlı bir
örnektir. Türkiye Cumhuriyeti o sözleşmeye katılmış
olmakla beraber yukarda kısaca sözünü ettiğimiz haller
ortaya çıkmıştır.
Resmi yetkili ve sorumlu otoritelerin 1970’de
hazırladığı bir raporda beyaz kadın ticaretinin sürekli
gelişme halinde olduğuna dikkat çekilmiştir. Bir takım
gizli örgütler, zanaatlarını icrada telefondan
faydalanıyorlar. Başka bir kısım uzmanlar gayrimenkul
simsarlığı veya artist, ya da sinema acenteliği kılığına
bürünmekle yetiniyorlar. Raporda göze çarpan,
otoritelerin işi çözeceğini sandıkları yeni metinler
hazırlamak için bütün çabalarını harcamakta
olduklarıdır. Şüphesiz bu tarz düşünmek sathi olur.
Babanın öz kızını sattığına rastlanmıştır. Bir kapıcı on
altı yaşındaki kızını üçbin lira karşılığında satmıştır.
Milli paranın devalüasyonuna rağmen fiyatın piyasada hep
aynı kalmakta oluşu da şaşılacak bir şeydir. Başka bir
hadisede, 1969 başında bir baba kızını aynı fiyata
satmıştı. 20 Haziran 1970’de yapılan bir başka satışta
da bedel yine aynı olmuştur. Küçük kız polise kendisini
babasına teslim etmemesi için yalvarmıştır.
Bu
hallerden başka, uyuşturucu madde kullanılmasından çıkan
durumlara da işaret edelim. İran, uyuşturucu madde
kaçakçılarının işleyecekleri suçların ölüm cezasıyla
karşılanmasına kadar gitti. Türk kanunları afyon ve
bileşkeleriyle bunlardan çıkarılan diğer ürünlerin
kaçakçılığı için oldukça ağır cezalar koymuştur. Bu
maddeleri kullanmak, elde bulundurmak suç teşkil eder.
Bütün bunlar bize gayet normal görünmektedir. Düzeni,
sağlığı, kamu asayişini ve ahlakını korumak yolunda
tedbirler almak devletin hakkı ve ödevidir. Bizi
ilgilendiren nokta çeteler mensuplarının zehir ağına
düşürülerek onların keyfine ram oluşları ve haysiyetsiz
varlıklar haline düşmeleridir.
Burada çağımızın taşıdığı damga göze çarpıyor.
İlgisizlik had dereceye çıkmıştır. Kaldırım üzerine
boylu boyuna uzanmış baygın yatan hastaya yardım
ellerini uzatmak zahmetine katlanmayanlar çok. Mahrem
hayatımıza burnunu sokmasından gayrı her şeyi
kendisinden beklediğimiz yeni bir devlet anlayışı
benimsemekle insanlıktan çıkmaya başladık.
Hürriyet anlayış tarzımızla başkalarına ancak fantezi
olsun diye veya bencilliğimizden hizmet edebiliyoruz.
Oto-stop canlı bir örnektir. Çağımız uygarlığı dönemi
öncesindeki dayanışmanın yerini bireyin yalnızlığa
çekilişi aldı. Hiç olmazsa bu yalnızlığında huzura
kavuşmuş olsa bari! Özel hayatında bile başını
dinleyemiyor. Artık “mahrem hayat alanı” diye bir şey
kalmamıştır.
Barış
içinde yaşama hakkı
Gerçekten, bir başka grup olayı barış içinde yaşama
hakkına aykırılık diye nitelemek kabildir.
Teknolojinin inanılmaz gelişmesi bir takım pek ufacık
gereçler yapılmasına yol açtı. Bu gereçler bir tarafa
gizlendiği zaman mahrem görüşmeler tescil edilebiliyor.
Dahası da var, elektronik uzak mesafeden de mahrem
görüşmelerin dinlenmesini sağlamakta. Teleobjektifler
kilometrelerce öteden fotoğraflar çekiyor. Gizli ve
kutsal âlemimiz özel resim alıcı gereçlerle ihlal
ediliyor.
Bu
yeni aletlere “minik casus” adı da verildi. İsviçre konu
üzerinde epeyce durdu ve kendi kanunları arasına
“kişisel gizlilik alanı”nı koruma amacıyla özel hükümler
koydu. Bu hükümler arasında başkalarını korkutmak,
ürkütmek veya rahatsız etmek kastiyle telefon
tesislerini kötüye kullananlara ceza verilmesini öngören
kurallar da var.
Özel Yaşama Hakkı’na ilişkin sorunlar Mayıs 1967’de
Stokholm’da toplanan kuzey ülkeleri hukukçuları
konferansının konusu olmuştu. Çok çeşitli olaylar ve
haller incelendi. Pek değerli bir doküman üzerinde
çalışıldı. Buna rağmen ve konferans birçok sonuçlara
varmış olduğu halde mesele yine ortadadır.
İşte Türk sosyal yaşayışından, bazen gayet acayip, bazı
olaylar:
Lise öğrencisi genç kız velileri okul müdürleri emrinde
doktorların çocuklarının mahrem hayatına karıştığından
yakınmışlardır. Okul müdürleri doktorları çocukların
kızlık muayenesine memur etmişlerdi. Rezalet çabuk
kapatıldı.
Başkentte Tıp Fakültesi kliniklerinden birinde çalışan
bir doktor bir “yapay dölleme bankası” kurmayı
düşünmüştü. Bu sayede çocuk sahibi olamayan kadınlara bu
imkân sağlanmış olacaktı. Çevrenin tepkisi o derecede
şiddetli oldu ki, tasavvurundan vazgeçmek zorunda kaldı.
Meçhul kişilerin tecavüzünden korkmuştu. Bir gün yoktur
ki Türkiye’de insanın işine dıştan keyfi karışmalar ve
önlemeler vuku bulmasın. Öyle ki, günlerden bir gün
kırmızı renkli bir ceket giymek hevesine kapılan bir
delikanlı sol aleyhtarı bir grup tarafından ölesiye
tecavüze uğramıştır.
Türkiye’ye Münih şehrinden Türkleri getirmekte olan
otobüs yolcularından iki genç kız öteki yolcuların
şikâyeti üzerine jandarmalarca sorguya çekiliyor.
Yolcular genç kızların yol boyunca verilen molalarda
yabancılarla konuşmuş olmalarından şikâyetçi idiler.
Keyfi müdahalenin durmadan ortaya çıkan değişmez
numunesi mini etek avıdır. Güneybatı şehirlerinden
birinde erkeklerin mini etek giyecek olanların
bacaklarına asit fışkırtılacağı veya jiletle
yaralayacağı tehdidi üzerine kadınlar eteklerini uzatmak
zorunda bırakılmışlardır. Tehditlerin etkisi görülmüştü.
Çünkü az bir süre önce, merkezdeki büyük şehirlerden
birinde meçhul kişiler oyuncak bir tabancayla birçok
kadının bacaklarına yakıcı bir asit fışkırtmıştı. Bunu
benzer bir olay da batıdaki şehirlerden birinde banka
memuru bir bayanın mini etek giydiği için linç edilmek
istenişidir. Olaya silahlı kuvvetlerin karışması
gerekmişti. Genç kadın asker himayesinde
kurtarılabilmişti. Saldırganlar sadece bu kadarla
kalmadılar. Ayrıca, sakal, bıyık ve zülüf bırakan
erkeklere karşı da savaş açtılar.
Bir din adamından boşanan eski karısı şarkıcı bayan
ahali tarafından imam eşliği yapmış bir kadının sahneye
çıkamayacağı ileri sürülerek mesleğini yapmaktan
alıkonulmuştur.
Bu
hadise bilhassa dikkat çekicidir. Zira bireylerarası
ilişkilere keyfi karışmaların sebebini teşhise imkân
vermektedir. Bu halin sebebi bir insan hakkının inkâr
edilişinde yatar. İnanç hürriyeti inkâr olunuyor. Kanun
dışı davranışlar hep islamı koruma bahanesiyle oluyor.
Mini eteğe karşı harekette de aynı neden saklıdır. Gerek
özel hayatta, gerek sosyal yaşayışa karşı bütün
ihlallerde taassup unsurunu bulmak mümkündür. 70 yılları
Türkiyesinin özelliği adeta buradadır. Kural olarak laik
olan devlet dinin avı olmuştur. Din, devleti yutmaya ve
sonunda ortadan kaldırmaya hazırlanmaktadır. Siyasal
toplumun varlığı bu derece elim bir tehlike ile
karşılaşıp ta keyfi ve kanunsuz davranışlar artık
dayanılamaz hale gelince ve devlet yöneticileri buna
çare bulamama aczine düşünce 12 Mart uyarısı ortaya
çıkmıştır.
Ara
sonuçlar
Olayların sıralanışından çıkarılacak ilk sonuç insan
haklarının ancak resmi otoritelerce inanç tercihi
yapılmaması şartıyla korunabileceğidir.
İkinci sonuç, ki hepsinden daha önemlisi budur, insan
haklarına saygıyı sağlamaya gerçekten elverişli tek
çarenin eğitim olduğudur. Öteki tedbirlerin hepsi de
sonradan gelir. Ancak eğitim açısından ele alındığı
takdirdedir ki insan sorumluluk duygusu sayesinde
hürriyetinin bilincine varabilecektir.
Eğitim
Bireylerarası ilişkilerde insan haklarının korunması
hususunda en başta gelen amil durumundaki eğitim,
devletin işidir. Gereken asgariyi yalnız devlet
sağlayabilir. Vatandaşlara eğitimin iyiliklerini ancak
devlet getirebilir. Onun için, insan haklarının
tanınmasını ve sayılmasını, yani korunma görmesini
sağlayacak en uygun çarelerden biri olmak üzere
ilköğretimi bütün vatandaşlara ulaştırmak yükümünü
devlete yüklemek gerekiyor.
Prensiplerden uygulamaya
Ümitlerimizi yitirmeyelim. İnsan hakları savaşı çağı
olan devrimiz şimdilik birinci yarıyı kazanmış
bulunuyor. Daha şimdiden bir genel kural ortaya çıktı.
İnsan haklarının en üstün değer olduğu prensibi evrensel
bir ölçü haline geldi. Örneğin Türk Anayasası, hem
“Genel Hükümler”in baş tarafında hem de 57. ve 96.
maddeler gibi hükümlerinde Cumhuriyet’in “İnsan
haklarına dayandığı”nı bildirmiştir. Hatta, maddelere
geçmeden önce, başlangıç kısmında –ki bu kısım da
Anayasanın metnine dâhildir- izlenen amacın insan
haklarını gerçekleştirecek ve teminat altına alacak
demokratik hukuk devletinin kurulması olduğunu
söylemektedir.
Temel
prensipler
Türk anayasal sisteminde insan hakları sorununa iki
temel prensip hâkimdir:
1.
İnsan
haklarını tanımlama yönünden Anayasa üstünlüğü prensibi.
2.
Yasama
faaliyetlerinde insan haklarının üstünlüğü prensibi.
Türk Anayasa
Mahkemesince saptanan esasa göre Anayasanın ruhu ve
gayesi insan hakları temelinde aranmalıdır. İnsan
haklarının biçimsel kaynağı anayasa’dır. Nitekim yüksek
mahkeme insan haklarını gerçekleştirmek devlete ait
ödevlerdendir, demiştir ( 17 Aralık 1968 günlü karar).
Devlet temel hakları ve hürriyetleri korumakla
yükümlüdür. Anayasanın 10. Maddesinden çıkan anayasal
esas odur. Maddenin ikinci fıkrası devletin kişinin
temel haklarını ve hürriyetlerini kayıtlayıcı her türlü
engelleri kaldıracağını yazar.
Anayasa
üstünlüğü prensibi mutlak değildir. Bakınız, Anayasa
mahkemesi ne diyor: “Kanunlar Anayasanın açık
hükümlerine uygun olmazdan önce bütün uygar ülkelerde
bilinen ve kabul edilen hukuk esaslarına uygun olmak
zorundadır.” (22 Aralık 1964 günlü karar). Onun içindir
ki, Anayasa denetimini uygulamadan önce H.C.Gutteridge’in
“Supereminent Principles” ve Alman hukukçuların da
“Generalklauseln” adını verdikleri hukukun genel
prensiplerine uygunluğu araştırmak gereklidir.
Anayasa
üstünlüğünden yasama yetkisinin şarta bağlılık özelliği
çıkar. Yasama yetkisi ancak anayasaya saygı
gösterilmişse geçerli olarak iş görebilir. Türk
Anayasası yasama yetkisinin devrini de yasaklamıştır.
Yasama yetkisi: a) şartlı, b) sınırlı bir yetkidir. Her
şeyden önce “hukukun genel esasları” ve “anayasa
ilkeleri” ile sınırlıdır.
Türk Anayasa
Mahkemesi bir sitem kurmuş bulunuyor. Biz bu sisteme
“Gayrimeşru müdahale teorisi” adını vereceğiz. Bu görüşe
göre fert üzerinde baskı doğuran ve onu tereddüde
düşüren her türlü yasam yolu ile müdahale gayrimeşrudur
(3 Mayıs 1968 kararı). Anayasal üstünlük prensibi
hürriyetlerin kayıtlanması hakkındaki kuralı da çizer.
Anayasa’dan çıkan haklar (yeni Anayasa’ca tanımlanan
haklar) “ancak Anayasa’da belirtilen hallerde”
sınırlandırılabilir (11 Aralık 1964 günlü karar).
İnsan
haklarının üstünlüğü prensibine gelince, temel hakları
ilgileyen bütün kanunlar “insan haklarını özellikle
teyit etmelidir” (19 Eylül 1968 günlü karar). Bu prensip
sınai ve bedii faaliyetlerden doğan maddi ve manevi
menfaatlerin korunmasını istemek hakkının anayasaya
uygunluğu dolayısıyla uygulama gördü. Anayasa Mahkemesi
kanun yapıcının bu sorunu “insan hakları ilkesi
sınırları içinde kalmak şartıyla” düzenlenebileceğine
karar verdi (28 Aralık 1967 günlü karar).
Şunu da ilave
edelim ki, Türk Anayasa Mahkemesi insan haklarını
milletlerarası hukuk düzeyinde ele almakta ve bu hukuku
anayasa hukukunun üstünde saymaktadır. Bazen İnsan
Hakları Evrensel Bildirisine dayanıyor (yukarıda
gösterdiğimiz karar ve ayrıca 18 Haziran 1968 günlü
karar), veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden ve ona
Ek protokolden söz ediyor (18 Eylül 1968 ve 28 Aralık
1967 günlü kararlar).
Bir başka
ilginç nokta da şu: Türk Anayasa Mahkemesi içtihatlarına
göre, insan hakları konusunda temel hukuk sorunu bu
haklarla devlet hayatının isterleri arasında anayasal
bir denge kurmaktan ibarettir. Bu dengede üstünlük ve
tercih temel hürriyetlerdedir.
Sonuçlar
Bu
kısa açıklamadan sonra bazı genel sonuçlar çıkarmaya
çalışalım.
Birey, kendi hemcinsleri karşısında bir savunma halinde
yaşadığı için, insan hakları onun katkısı olmaksızın
gerçekleşemeyecektir. Doyurucu bir sonuç elde
edilebilmesi için her şeyden önce devletin bir hukuk
devleti niteliğine bürünmesi şarttır. Başka bir deyişle,
hukuk üstünlüğü sağlanmış olmalıdır. Bunun için de insan
haklarının iyice anlaşılmış olması, bunların
evrenselliklerinin bilinmesi gerekir.
Aynı zamanda devletin insan haysiyetinin değerini iyice
anlatması lazımdır. Bunun için gerekli yaşamayı ve
düzenlemeyi yapacak, münasip yürütme tedbirlerini
alacaktır. Ulaşılması gereken amaç bireyin benliğine,
bilincine ve yüreğine girebilecek her türlü kin duygusu
tohumunu söküp atmaktır. Bütün eşitsizliklerin bu kin
duygusundan doğduğu bilinen bir gerçektir. Apartheid
alışkanlığına ve öteki ırk ayrımlarına son vermek, temel
hakların doğal bekçisi olan devletin varlığında tehlike
yaratan, varlığını tehdit eden dinsel ayırımlara artık
paydos demek zamanı gelmiş değil midir? Ayırım
prensipleri üzerine kurulmuş siyasal rejimler daima
insanı haysiyet ve şerefinde bir değersizleşmeye mahkûm
ediyor. Faşist ve Nazi denemeleri ayrıca bu tarz
rejimlerin neticede mucitlerinin denaetine vardığını
ispat etti.
Modern insan hakları anlayışının özelliklerinden biri
serbest bireyin artık kendi kaderine terk edilmiş insan
yaratığı olmadığıdır. Birey alın yazısına katlanmaya
mahkûm değildir. Toplumsal-ekonomik çevrede tek başına
kalmış değildir. Modern insan hakları anlayışı insan
varlığının hür olmak yüzünden asla acı çekmemesini
istiyor. Hürriyet kusur ya da zarar doğurmaz.
Kendisinden faydalanılması yönünden hürriyet şartsız bir
nimettir. Sadece kullanılışı kayıtlanmasını kendi varlık
nedeninde bulur ki, bu neden herkes için aynıdır.
Bireylerarası ilişkilerde ve alış verişlerde insan
haklarının korunması özel kişilerce dokunulacak insan
hakları ihlallerine ilişkin şikâyetleri almakla görevli
özel yakınma daireleri kurulması gibi tedbirlerle
tamamlanabilir.
Dairenin dikkatini çekmek yetkisi herkese tanınabilir.
Gönüllülerden kurulu bir dayanışma dairesi her belirgin
olayda yardım sağlayabilir. Şayet olay bir ceza
kovuşturması konusu teşkil etmekte ise gereken ne ise
Baro ile işbirliği halinde yapılacaktır. Eğer,
müeyyidesiz ve kanunların öngörmediği bir özel durum
olursa, bu daire bir kanun önerilmesi için gerekli
teşebbüsü yapacaktır. Ne olursa olsun bireyin hakkı
üçüncü kişilerce çiğnenmiş olduğu için zarar ortaya
çıkmışsa bunun giderilmesinden en son olarak devlet
sorunlu tutulacaktır.
Etkili bir korunma sağlanabilmesi için bireyin kendi
kendisine karşı da korunması gerekir. Kendi kendisine
karşı saygısı yoksa hiçbir şey korunmaz. Onun içindir
ki, modern toplumsal yaşamanın temel şartı olmak üzere
insan, haklarının üstün değeri bilincini kazanmış
olmalıdır. Burada da yine eğitim faktörünün önemi
kendini gösterir. İnsan, insan haklarına saygı
zorunluluğunu öğrenecektir. Aynı zamanda bu saygının
topluluk yaşayışında hüküm sürmesinin şart olduğunu
bilecektir. Bu bakımdan, insan haklarının korunması
şartı olan insan haklarına saygının kamuya açık yerlerde
yerleşmesi şarttır. Eğer hizmetlerden yararlananlar
sokakta asayişi koruma hususunda umursamazlık içinde
ise, hiçbir insancıl değerin geçerli olmamasına
şaşmamalıdır. Barış olmayan yerde hürriyet olmaz.
Sokaklarınızda seyyar satıcı naralarından, durmadan
havlayan klaksonlardan geçilemiyorsa insan haklarından
faydalanamazsınız. Çünkü bu haklardan faydalanabilmenin
şartlarına kavuşabilmiş değilsinizdir. Hür insan, yani
insan haklarından faydalanan insan önce maddi huzurunda
rahatsız edilmek tehdidiyle karşılaşmayan insan
demektir. Teknolojinin bugün erişmiş bulunduğu gelişme
derecesine ulaşışı bundandır. Ama ne yazık ki bu gelişme
derecesi kendine zararı dokunacak ve ancak çok az sayıda
bazı imtiyazlılara fayda getirecek hale dönüşme
tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Hukuk üstünlüğü ya da Amerikalıların deyişi ile Hukuk
Devleti bir bütün sistemine verilen isimdir. Bu bir
küldür, tek bir sistemdir. Bütününü meydana getiren
tekmil parçaları aynı amaca yönelmiştir. İnsan hakları
bu bütünlük içinde tam olarak gerçekleşebilecektir.
Birey, sosyal yapıların çeşitli basamakları, devlet,
milletlerarası kuruluşlar hep bir arada sonuçların
başarılı olmasını sağlamakla yükümlüdürler. İnsan
haklarına saygı gösterilmeyen yerde demokratik rejim
yoktur. Demokratik rejimin piçleşmesi için temel
haklardan sadece bir tanesinin çiğnenmiş olması
yeterlidir. Bizim için önemli olan insanın hem kendi
yalnızlığı içinde, hem de toplumdaki varlığında
güvenliğe sahip olmasıdır. Hoş görmezlik illeti ne
ölçüde ve nerede ortaya çıkarsa çıksın insanın güvenlik
içinde yaşamasına engel olmaktadır. Bu güvensizlik ise,
zaten insanın tek başına elde edebileceği bir şey değil.
Ancak birlikte yaşamakta olanların ortaklaşa işidir. Bu
da bireylerarası ilişkilerde insan haklarının korunması
zorunluluğunu anlatıyor. Bir yandan, insanların
eğitilmesi; öte yandan, topluluk halinde
yaşayabilmelerinin şartı olarak devletin alacağı
tedbirler sayesinde bugün haklı bir övünçle “İnsan
Hakları” adını verdiğimiz değerden herkesçe eşit olarak
faydalanılması imkânının sağlanacağını umuyoruz.
Bu etüdün Fransızcası “René Cassin Amicorum
Discipulorumque Liber”in III. cildinde yer
almıştır. A.Pedone, Paris, “Jura Hominis Ac
Civis” serisi.
|