TÜRKİYEDE ANAYASAL GELİŞMELER-
Prof.
Dr. Bülent Nuri ESEN
1— (Türkiye'de
Anayasal gelişmeler) deyiminden, Türk Anayasa
müesseselerinin terekküp tarzına veya işleyişine ilişkin
değişmelerden ziyade, Anayasa düzeninin bütünü üzerinde
etki gösteren üstün gayelerin fonksiyonel sonuçlarını
gözden geçirmeği anlıyoruz. Maksadımız, bir levha
çizmek, veya kuruluşu genel görünüşü ile anlatmak, yahut
da statik bir gözlemde bulunmak değildir. Anayasal
cihazları tahsis olundukları görevler yönünden,
kendilerinden istenen neticeler bakımından
değerlendirmeyi mümkün kılacak esas yön gösterici
prensipleri ortaya koymak niyetindeyiz.
2—
Konuyu iki yönden sınırlamak gerektiğini sanıyoruz.
Birincisi, zaman bakımından, Siyasî topluma Anayasal
metinlerde resmerj (Türkiye) adının verilmediği devre
ile ilgilenmiyeceğiz. Bu, Türjî Devletinin kendisinden
önceki Osmanlı Devleti ile bir ilgisi ve bağlantısı
bulunmadığı anlamına gelmez. Türk Devleti, gerek tarihî
inkişâfları, gerekse devletlerararsı hukuk kurallarının
uygulamışı yönlerinden Osmanlı Devletinin yerini
almıştır. Ancak, kanaatımızca, Türk Devleti, Osmanlı
Devletinin bir devamı
değildir. Osnhanlı Devleti, Devletin varlık unsuru olan
siyasî iktidarın esas şaftından, egemenlikten yoksun
kalmıştır. Devlet idaresinin dayananı yok olmuştur.
Devlet, hayatiyeti tükenmiş, ölü bir varlık haline
gelmiştir. Türk Devletinin Osmanlı devleti ile ilgisi,
sadece devlet için gerekli maddî şartları teşkil eden
(insan topluluğu) ve (ülke) varlıklarını Osmanlı
Devletinden almış olmasıdır. Bu itibarla, Türkiyede
Anayasal gelişmelerden söz açtığımızda 1919 yılı ile
bugün arasındaki gelişmeleri kasdetmekteyiz.
İkincisi, muhteva bakımından da bir sınırlama yapılmak
gerektiğine kaniiz. Türkiyede Anayasal gelişmeleri
yalnız devlet Anayasasına hâkim olan gayeler açısından
inceleyeceğiz. Bu gayeler, zaman içerisinde biri
diğerinin yerini almış olan gayeler değildir. Her biri
belirli bir zamanda üstünlük göstermiş olan gayelerdir.
Birine yaklaşılması diğerine üstün önem verilmesi
sonucunu doğurmuştur. İncelemede ele alacağımız bu
gayeler üç tanedir: 1 —bağımsızlık, 2— hürriyet,
3—ekonomik ve sosyal refah.
Bunların ilk ikisi başlangıçtan beri Anayasa metinlerine
konu olmuş iken üçüncüsü sonradan anayasallaşmıştır. Her
üçünde de ortak nitelik, halk unsurunu ilgilemekte
oluşları; son ikisinin müşterek vasfı ise, ferde üstün
değer tanınmasıdır.
Her üç
gayenin tetkiki halk ve siyaset konusunun, veya bir
başka deyimle, fert ve devlet idaresi meselesinin ele
alınması ile mümkündür.
3—
Meseleyi layikiyle kucaklamış olmak için Osmanlı
Devletinin 1919 daki durumunu hatırlatmak gerekir.
Devlet,
uzun süren bir savaşta yenilmiştir. Kamu iktidarlarının
örgütlenmiş bulunduğu Başkent başta olmak üzere tekmil
hayatî bölgeleri işgal altına alınmıştır. Esas devlet
faaliyetleri durmuştur. Bunları işletecek cihazlar
parçalanmıştır. Yasama organı yoktur. Herhangi bir
hizmetin muhtaç olduğu karar yetkisi ile kararın
uygulanması için gerekli emir verme ve emri yerine
getirme yetkileri yabancı iradededir.
Bu
olayların bilinmesindeki önem pek büyüktür. Zira, Türk
Devleti bu olaylara karşı gösterilen tepki ile
kurulmuştur. Bu devirde Türklerin yegâne ortaklaşa
vasfı, ancak bağımsız olarak bir arada yaşayabilecekleri
inancında oluşlarıdır. Bağımsızlık, Türk için her zaman
ölüm, ya da kalım meselesidir. Binaenaleyh, hiçbir
mesele bundan önce değildir.
«Bağımsızlık gayesi» nin ilk hedef olduğunu gösteren
dört vesika vardır: 22 Haziran 1919 tarihli (Amasya
Tamimi), 7 Ağustos 1919 tarihli (Erzurum Kongresi
Beyannamesi), 11 Eylül 1919 tarihli (Sivas Kongresi
Beyannamesi) ve 28 Ocak 1920 tarihli (Misaki Millî).
4—
Türkiyede halk egemenliği ilkesi bağımsızlık gayesinin
şartı olarak belirmiştir. Nitekim, Türk Devletinin ilk
Anayasa vesikası olan 20 Ocak 1921 tarihli (Teşkilâtı
Esasiye Kanunu) bilhassa bu noktaya ilişkin hükümler
koymakta idi. 1921 Anayasasının birinci maddesi
«Hâkimiyet, bilâ kaydüşart milletindir.» diyordu. Bu
prensip yeni idi. Türk siyasî tarihinde ilk defa olmak
üzere ifade ediliyordu.
Millet
egemenliği prensibinin neticesi devlet idaresinin halkta
olması idi. Bunu anlatmış olmak için de şu hüküm
konulmuştu: «İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve
bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.»
Halk
idaresi doğrudan doğruya demokrasi tarzında
gerçekleşemiyeceği için devlet idaresi sisteminin ne
tarzda yürüyeceğini gösteren esaslar da yazılmıştı.
Konvansyonel bir sistem uygulanacaktı. Anayasanın 3 üncü
maddesi şöyle idi: «Türkiye Devleti, Büyük Millet
Meclisi tarafından idare olunur.» Gerek yasama, gerek
yürütme iktidarları bu Mecliste toplanmıştı. Mademki
egemenlik millette idi, öyleyse bunun kullanılması da
milletin gerçek temsilcisine bırakılmalı idi. Milletin
(yegâne ve hakikî mümessili) ise, «Türkiye Büyük Millet
Meclisi» adını taşıyan Konvansiyon Heyeti oluyordu
(Madde: 2).
5—
Temsil usulünün zaruretine rağmen devlet idaresinin halk
idaresince kontrolü sağlanmak istenmişti. Bunun için,
bir taraftan, Meclisin iki yıl gibi kısa aralıklarla
seçileceği esası kabul olunmuş (Madde: 5); diğer
taraftan, halkın kendi kendini idaresini sağlayacak
tedbirler alınmıştı. Meselâ, nahiyelerde yetki kaynağı
(Nahiye Şûrası) idi. Halk bu şûrayı «doğrudan doğruya»
seçecekti. Ekonomik tedbirlere karar vermek ve bunları
uygulamak Nahiye Şûrasının işi idi. Ayrıca, yargı
yetkisi de Nahiye Şûrasına ait oluyordu. Bu suretle,
mahallî idare (prototype)i olan nahiye, kendi kaderini
halkının iradesi ile bizzat tayin ediyor, sosyal hayatın
ana meselelerini kendi kendine çözüyordu. Nahiye
halkının seçeceği şûra, idareyi sağlayacak; ekonomiyi
düzenleyecek; mahkeme görevini yerine getirecekti.
Sosyal işlerin tanzimi de (Vilâyet Şûralarına) ait
olacaktı.
1921
Anayasasının temel karakteri «halk» unsuruna dayanan bir
devlet idaresi tarzı düzenlemekte oluşudur. (Şûra)
sistemi, uygulama alanında da halk unsurunun esas
olduğunu gösterir. Devlet idaresi tarzı (halk hükümeti),
yani demokrasidir.
6— Bu
vesikada ferdlerin ana hak ve hürriyetlerinden hiç
bahsolunmamıştır, Gerçi, bu konuda İmparatorluğun ilk
yazılı yasası olan 1293 Kanunu Esasi (1876) hükümleri
yürürlükte kalmış olmak gerekir, diye düşünülebilir.
Hakikaten, yeni devletin anayasal sistemi yönünden
ortada iki ayrı vesika vardır. Bunlardan birisi ve en
önemlisi 1921 Anayasasıdır. Bir de, bu Anayasa, 1876
Anayasasını açıkça yürürlükten kaldırmadığı için,
haklarında hüküm sevkedilmemiş bulunan hususlarda kabul
ettiği ana esaslara uygunlukları nisbetindeki hükümleri
ile, 1876 Anayasası vardır.
İmparatorluk Anayasası şeklî bakımdan, daha sonra, 1924
Anayasasının 104 üncü maddesi ile yürürlükten
kaldırılacaktır. Bizce, 1924 Anayasasının 104 üncü
maddesi hükmü esasen mevcut bir durumu teyit etmektedir.
1876 Anayasası, 1921 Anayasası yürürlüğe girmekle
beraber, onun hüküm koyduğu hususlarda, sonraki kanunun
eski kanun hükümlerini kaldıracağı hakkındaki genel
hukuk prensibi icabı, geçerlikte olmaktan çıkmıştır.
Hükümdarın
haklarına ve yetkilerine, yasama ve yürütme organlarının
kuruluşlarına ve işleyişlerine, mahallî idarelerin
statülerine dair hükümleri ortadan kalkmış, egemenlik
tasarruflarını icraya yalnız milletin yetkili olduğu
açıklanmıştır. Millî Devlet kurulmuştur.
Türkiye
Büyük Millet Meclisinin açılışında alınan ilk karar
yasama organının terekkübünü tayin ettiği gibi, iki gün
sonra, yani 25 Nisan 1920 tarihinde alınan karar ile 2
Mayıs 1920 günlü ve 3 numaralı Kanun da yürütme cihazını
şekillendirmişti.
7 —
Büyük Millet Meclisince gerçekleştirilmek istenen
gayeler devletin temel anayasa müesseselerinin yeniden
bağımsızlığa kavuşturulmasıdır. «Nisabı Müzakere Kanunu»
nun 1 inci maddesi bunu anlatır. Devletin topluluk
unsuru olan (millet), ülke unsurunu ifade eden (Vatan)
ve egemenlik unsurunu meydana getiren (hilâfet ve
saltanat) hür olacaktır. Nisabı Müzakere Kanununun
kabulü sırasında henüz devlet idaresi rejimine belirli
bir istikamet verilmiş değildir. Hilâfet ve saltanat,
hukukan rejimin ana
çizgisi
kalmakta devam etmektedir. Lâkin, 1921 Teşkilâtı Esasiye
Kanunu hilâfet ve saltanatla uyuşması güç esaslar
getirir. Devlet, (Osmanlı Devleti) değildir; «Türkiye
Devleti» (Madde : 3) dir. Hükümdarlığı bertaraf etmek
maksadını taşır. Egemenliğin millette olduğunu ve
(Kayıtsız şartsız) millette olduğunu söylemekle
başlaması da bunu gösterir. Bu Anayasa hakikatta, daha o
zaman saltanatı yok etmiştir. Bununla beraber, rejimin
yöneldiği istikâmet,
Meclisin 307 sayılı kararı ile daha belirli bir hal
alacaktır. Bu karar Anayasanın açıkça söylememiş
olduğunu söyler, saltanatın ortadan kalkmış olduğunu
tesbit eder. (Hilâfet) meselesi ise henüz açıktadır.
Fakat, egemenliğin millette olması esası ile uyuşmayan
(Saltanat) müessesesinin hukukî âkibeti de belli
olmuştur. Nisabı Müzakere Kanununda gaye diye ilân
edilen milletin ve vatanın bağımsizliği gerçekleşmiştir.
(Hilâfet ve saltanat) karma deyiminde yer alan iki
müessese yekdiğerinden ayırılmıştır. Saltanat, siyasî
bir müessese olarak ele alınmış ve varlığının nihayet
bulduğu ilân edilmiştir. Bu ayırma ile, kanaatimizce,
devletin lâik olması lüzumu ilk defa olmak üzere ortaya
çıkmıştır. Hilâfet, sırf dinî bir müessese olmak vasfı
ile mütalâa edilmiş, ve siyasî iktidara tâbi olacağı,
(Türk Hükümetinin hakkı meşruu) olduğu; 308 sayılı
kararda da, Türk Devletine dayandığı şeklinde
açıklanmıştır.
Rejim
meselesinin son safhası (Cumhuriyet)in ilânı ile
kapanmıştır.
8 —
Türkiye Anayasal gelişmelerin devletin bağımsızlığa
ulaşma merhalesinden sonraki merhalesi toplum Düzeni
meseleleri merhalesidir. Bu merhalenin karakteri
(lâiklik) tir.
Millî
Mücadele yılları savaş yılları olmuştu. Savaş, Türk
halkı için ne yeni, ne de fevkalâde bir şeydir. Ancak,
Millî Kurtuluş Savaşının önemli bir tarafı vardı. Tarihi
içinde hayatının pek büyük kısmı hep savaşlarla geçmiş
olan Türk halkı niçin ve neden döğüştüğünü bilmeden
cepheye gitmişti. Orduyu terkip eden halk unsurları
sadece eşya ve vasıtadan ibaretti. Silâh, Cephane,
teçhizat ve malzeme ne idi ise, asker de o idi. Fetih
devirlerinde geçer akça olan (cihad) duygusu batıda
devlet, dünya düzeni vasıtası olarak telâkki edilmekle
başlandıktan sonra değerini kaybetmişti. Lâkin, bu
sefer, halk eşya değil, şuur idi.Varlığını korumak için
döğüşmüştü. Askerî başarı tehlikenin geçici olarak
savuşturulması olmuştu. Şimdi, kendi kendini bulması,
gayelerini tesbit etmesi, onları gerçekleştirme
yollarını araştırması ve çizeceği yolda hızla ilerlemesi
lâzımdı. Türkiye, yeni ve başka bir toplum olacaktı.
Geçirdiği mücadele yeni toplumun karakterlerini de
belirtmişti: Bağımsız bir milli toplum olmanın şartı
aynı zamanda dolayısiyle ve dolambaçlı yollardan
doğabilecek uyrukluk hallerini önlemektir. Bunun için
uygarlıkta ileri ülkelerin üstünlüğüne boyun eğmemeğe
çalışmalıdır. Bunun da çaresi uygar bir toplum haline
gelmektir. îlk tedbirler, kuvvetli Ordu,. kendine yeter
ekonomi ve eğitimdir. Bu tedbirlerin uygulanacağı ortamı
hukukî statü yönünden organize etmelidir. Halk,
telâkkilerinde, davranışlarında ve alışkanlıklarında
uygar değilse netice alınamaz. Şu halde, uygar bir hukuk
sistemi kurmak zarureti vardır. Cumhuriyet kodifikasyonu
bunu sağlamak istemiştir. Anayasa hukuku alanında ise;
siyasî düzenin temel vasfı (lâiklik) tir.
9 —
Lâiklik prensipi tereddüde meydan vermeyecek kadar
açıktır ve Türk siyasi toplumunun en mübrem ihtiyacını
karşılar. Filhakika, Millî Devletin kuruluşu devresinde
daha ilk anayasal düzenleme yapılırken 1921 Teşkilâtı
Esasiye Kanunu Devlet için resmî bir dinden söz
açmamıştı. Bu anayasada din konusu ile ilgili
sayılabilecek tek işaret, yasama organının yetkilerine
dair olan 7 nci maddede (Ahkâmî Şer'iyenin tenfizi)
işinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait bir hak
olduğunun kaydedilmiş olması idi. 1876 Anayasasının 7
nci maddesine göre bu yetki hükümdara ait bulunmuştu.
Hükümdar aynı zamanda halife olduğu için bu görevi de
yapıyordu. Siyasî sıfatı yanında dinî sıfatı bulunuşu
böyle olmasını gerektirmekte idi. Ama, Türkiye Büyük
Millet Meclisi için böyle bir durum yoktu. Bilâkis, 1921
Anayasası Devletin din ile ilişkisini gösteren hiç bir
kayıt taşımamakta idi. (Ahkâmı Şer'iyenin tenfizi) işini
yasama meclisinin yetkileri arasına sokmuş olması, henüz
siyasî - dinî karakterde bir toplum olmakta devam eden
Türk camiasını dinî otoritenin, sonuçları önceden
kestirilemiyecek, sorumsuz etkisine terk etmek
istemeyişindendir. Nitekim, bu hüküm 1928 e kadar
anayasa metinlerinde yer alacaktır. 1924 - 28 arası
devre uygarlaşma kalıplarının hazırlık devresidir.
Nihayet, kalıplar dökülmüştür. Artık, devlet hayatında
(Ahkâmı Şer'iye) diye bir şey mevcut değildir.
Binaenaleyh, bunların tenfizi de mevzuubahis
olmayacaktır.
Devletin din işini kamu faaliyetlerinden uzak tutması
hiçbir güçlük doğurmamıştır. Bunun sebebi halk
psikolojisinin lâiklik ilkesini benimsemiş oluşudur.
Millî Mücadele ertesinde Türk ferdi dinamik bir toplumun
üyeliği şuurunu taşımakta idi. Esasen, ortada (Lâiklik)
diye bir söz de dolaşmamaktadır. Ancak, hemen hemen
bütün zihinler, tavsifi bu kelime ile anlatılmamış
olmakla beraber, lâiktirler. Türk, dünya hayatını
yaşamak istemektedir. Henüz dumanı tüten kurtuluş
mücadelesi ona bunu çok güzel anlatmıştır. Artık
dünyacıdır ve dünyacı kurallara göre yaşayacaktır.
Toplumun fiilen de durumu budur.
10 —
Lâiklik üzerinde ileri geri sözler Atatürk'ün ölümünden
sonra başlar. Anayasanın 1937 değişikliğinden sonra dahi
lâiklik üzerinde bir tartışma olmamış iken ilk okullara
din öğretimi konulması teşebbüsü ile birlikte münakaşa
patlak vermiştir. Devleti idare edenler Millî İhtilâlin
getirdiği yeniliklerin topluma tamamiyle mal olduğuna
kani idiler. Artık müfrit sağcı akımların doğabilmesini
imkânsız görüyorlardı, ilk okullarda Din Öğretimi
yapılması teklifi yasama meclisinde ortaya atılmış
olduğuna göre, olumlu karşılanması siyasî bakımdan
isabetli olur düşüncesinde idiler.
11 — Bu
düşünce ve davranış Cumhuriyet devri Anayasa hayatının
en vahim hatası olmuştur. Millî devletin vasfı (modern)
olmaktı. Modern devlet telâkkisinin temel değeri
devletin lâikliğidir. Hiç bir tavizi caiz görmez.
Devleti idare edenler lâikliğin ana prensip olduğunu
unutmuşlar, tehlikeli oyuncağı çocuk eline vermişlerdir.
Arkadan
Ankara Üniversitesinde bir ilahiyat fakültesi
kurulmuştur. Bundan sonra, muhalefet, lâikliği otoriter
rejim temsilcilerinin din aleyhtarlığı şeklinde
göstermiş ve kitleler üzerinde mistik sömürmeler
başlamıştır. Kitleler bu tutumun kurbanı olmuştur. 1950
de iktidara gelen muhalefet iktidarda kalmanın sırrını
aynı yolda devamda bulmuş, bunda bir muhatara
görmemiştir.
Fakat,
bütün bu davranışlar Anayasa düzenini zedelemiştir. Öyle
ki, eğitim seviyesi yeterli sayılmaktan uzak olan büyük
sayı, Anayasanın üstünlüğü ve devletin ona uyması
zorunluğu yerine genel seçimlerde oy çoğunluğunu
kazanacak olanların diledikleri gibi devlet idaresine
kadir olacakları kanaatini ikame etmiştir. 1959
sonundaki durum budur.
12 —
Türkiyede Anayasal gelişmelerin üçüncü merhalesi
bilhassa «Hürriyet» değeri üzerinde inkişaf
göstermiştir. Buna (Hürriyet Merhalesi) diyebiliriz.
Her
otoriter rejime karşı büyük reaksiyon, fert
hürriyetlerinden gelir. Otoriter rejim ekonomik
problemleri genellikle hal şekline bağlamıştır. Fert,
geçim dertlerinin ağır ezgisi altında değildir.
Şikâyetleri kazanç azlığmdadır. Lâkin, asgarî lüzumlu
imkânlara sahiptir. Bu rejimlerde ferdin büyük dâvası
kişi hürriyeti davasıdır. Keyfî tevkif, keyfî
kamulaştırma, düşüncelerini açıklamada serbest olmayış,
kendi hayatım yaşamama, kabiliyetlerini dilediği gibi
geliştirememe, saadete erişeceğine inandığı yolda
gidememedir.
Türkiye'de de durum 1946 da bu idi. O tarihte çok
partili hayata gidilmesi hürriyet probleminin birinci
plâna çıkmasına sebep olmuştur. Kamu hayatı siyasî
kanaat plüralizmi vasfım kazanmağa başlamıştır. Anayasa
ibresi hürriyetler istikametini göstermektedir.
1950
seçimleri sonrasında hürriyetler rejimi gelmek icap
ederdi. Nitekim, bu kanıyı verecek ele alanlar
hürriyetler için zaruri teminat müesseselerini
getirmediler. Anayasa yönünden hürriyetler ne idi iseler
öylece kaldılar. Yine 1924 Anayasası (Türklerin kamu
hakları) başlıklı beşinci bölümü ile hürriyetleri tabiî
haklar olarak sayıyor, bunlar yine Anayasanın metni
içinde, tıpkı evvelce olduğu gibi, yerlerinde duruyordu.
Yine, aynı Anayasanın 103 üncü maddesinin son cümlesi
(hiç bir kanun Anayasaya aykırı olamaz) demekte idi.
Fakat, ne hürriyetleri, koruyacak ne de kanunların
Anayasaya uygunluğu sağlayacak tedbirler alınmamıştı. On
yıl müddetle de alınmamış olduğu gibi Anayasa git gide
bir uyuşturulma haline sokulmuştu.
Aslında
1950 bir reaksiyondur. Otoriterciliğe karşıdır. 1950
seçmeni tahakküme, keyfiliğe isyan oyu vermişti.
İktidara gelenler bunu anlamamışlar, şahsî meziyetleri
ve üstünlükleri sebebiyle tercih edilmiş olduklarını
sanmışlardır. Halbuki, 1950 seçimi daha ziyade bir
referandum olmuştu ve manası şu veya bu kimselerin
iktidarı alması değil, belli bir siyasî gurubun
iktidarda kalmaması idi. O gurup iktidarda kalmamak
şartiyle kim gelirse gelsin ehemmiyeti yoktu. Bir
taraftan da, 1924 Anayasası yasama organı tahakkümüne,
çoğunluk saltanatına ve otoriter rejime imkân
verebilecek bir mekanizma idi. 1950 seçimleri mevcut
Anayasal sistemin tecviz olunmadığı manasını da
taşıyordu.
Lâkin,
yeni iktidar sahipleri gaflet içinde kalmışlardır.
Anayasal mekanizmanın sağlamlaştırılmasına, temel
düzenin eksiklerinin tamamlanmasına gayret edecek yerde;
devlet idaresinin dayanakları teminatlı bir sisteme
oturtulmak gerekir iken idare hizmetlerinin teferruatı
sahasında boğulmuşlar, sokağın etkisi altında
girmişlerdir.
Kalabalıktan gelen esintiye göre keyfî davranma devlet
idaresi kuralı olmuştur. Hukuk devletini gerçekleştirme
gayreti yerine ortaya bir fantazi devleti çıkmıştır. Ne
programdan, ne prensipten eser vardır. Bir işin nasıl
olacağını söyleyen kanun değildir, iktidar partisi
başındakilerdir. 1950 arifesinde sağlanması özlenen kişi
güvenliği ufukta görünmemiş; bu defa fert, serbest
seçimlere rağmen, bir yeni güvensizlik içine düşmüştür.
Yarınını görmemektedir. İktidarın ne yapacağını, ne
yapmak istediğini bilmez. Fikir, suç sayılmaktadır. Kamu
hizmeti görenler hiç bir şeye güvenememektedirler.
Üstelik, iktidar, siyasî hayatta rakip tanımamak
kararındadır ve çoğunluk tahakkümüne dayanan bir
otoriter rejim kurma emelindedir.
1946 da
Demokrat Partinin resmen kurulup faaliyete geçmesi ile
yıllarca otoriter rejim mümessilliği yapmış olan
Cumhuriyet Halk Partisi karşısında iktidarın serbestçe
tenkit olunması ve kontrol edilmesi imkânları doğmuştu.
Lâkin,
Demokrat Parti, iktidarı ele geçirdikten sonra kendi
varlık sebebini ve kuruluşundaki başlıca gayeyi teşkil
eden tenkit ve murakabeyi tabiî karşılamamış; kötülemiş
olduğu Cumhuriyet Halk Partisinin durumuna düşmüştür.
Cumhuriyet Halk Partisi demokrasiye gitmek istemiş ve bu
maksadın gerçekleşmesi uğrunda iktidardan düşmüştü.
Demokrat Parti ise, iktidara geliş şart ve imkânlarını
unutup, demokrasiyi inkişafa götürecek yerde otokratik
rejim kurmak yolunu tutmuştur.
Bu hal
anayasal dengesizliği büsbütün bozmuş, anayasa düzeninin
yıkılmasına sebep olmuştur.
Bu
durumda ordunun işe karışması zaruri idi.
13 —
Yeni çağlarda ihtilâller bazan demokratik rejimin
kurulmasına sebeb olmaktadır. İhtilâl, yeni rejimin
dayandığı doktrin, getirmese, o doktrine bağlı Devlet
İdaresi kadroları kurulmuşsa ve yeni bir disiplin
yaratmış ise başarıya ulaşmış sayılabilir. Gerçekten,
ihtilâl, mevcud düzenin ortadan kaldırılması ve yerine
yeni düzen gelmesi demektir.
27
Mayıs 1960 hareketinden sonra Milli Birlik Komitesinin
yeni düzeni şekillendirmesi beklenirdi. Bu ise, meydana
gelmedi. Bilim mensubları bunu belirtmeğe teşebbüs
ettiler. Siyasal bilgiler
Fakültesinde tertip olunan Anayasa seminerinin gayesi bu
idi. Birçok oturum devam eden seminerde komite
üyelerinden bazıları da hazır bulundular ve bunların bir
kısmı, ileri sürülen fikirlerden mülhem olarak yeni bir
devrenin esaslarını tasarladılar. Zaten kafalarında pek
belirli olmamakla beraber birtakım fikirler mevcuttu.
Seminerin belli başlı oturumlarında ihtilâl vakıası,
hukuki müessese olarak tahlil edilip değerlendirilmişti
Tahlillerden çıkardıkları
netice
yeni düzenin belirtilmesi zarureti olmuştur. Bu zarurete
kani olanlar sonradan 14'ler adı verilen zümredir. Sağcı
karakterde bir sosyalizasyonu uygun buldukları
sanılanlardır.
14 —
Komitenin diğer mensupları yeni düzeni bu mahiyette
düşünmüyorlardı. Onlara göre Demokrasi, kitleleri
aldatıp uyuşturma yolu ile tahakküm kurma vasıtası
olmakdan çıkarılmalı, gerçek anlamı ve değeri ile
Devletin siyasi rejimi haline gelmeli idi.
15 —
Hakikatta, Türkiye Siyasi rejiminin bir doktrini vardı.
Bu doktrin esasen bir ihtilâl sonrasında meydana
gelmişti. Hükümdarlık rejimi yıkılmış, halk idaresi
hâkimiyeti ilân olunmuş, toplum hayatının her safhası
gerçek değişikliğe uğramıştı. Müstakbel Devlet düzeninin
temel prensipleri, Devletin bağlı kalacağı değişmez
esaslar bir Anayasa da ilân edilmişti. Bunlar, daima
muteber esaslardı. 27 Mayıstan sonra da rejimin
doktrinini ifade etmekte idiler. İfade etmelerinden daha
tabi'i birşey de olamazdı. Zira, bağımsızlık mücadelesi
sonrası Türkiyesinin devlet düzeni bunlardı. Millî Türk
devletinin varlık unsurları idiler. Bunlar olmaksızın
devleti düşünmek caiz değildi. Hukukun zaman içindeki
zaruri tekâmülü dahi devlet kuruluşunun unsurlarını
teşkil eden bu umdelerden ayrılmağı düşündüremezdi.
Çünkü bunlar ideali temsil ediyordu. Bütün mesele,
tatbikat ve tecrübede devlefin dayandığı temel
prensiplerden uzaklaşma fırsatlarının zuhuruna münasip
teminat müesseseleri ile sed çekmekden ibaretti. Lâkin,
böyle olmadı. Yeni bir devreye girilmiş olduğunu ifade
için kullanılan «İkinci Cumhuriyet» sözü yeni bir
Anayasa metni meydana getirilmesi lüzumu olarak kabul
edildi.
Yeni
metinde teminat müesseseleri teşkilâtlandırılmağa
çalışılmış «sosyal» unsura yer verilmek istenmiştir.
Yeni metnin siyasi hayatımız yönünden mühim hususiyeti,
1924 Anayasasını hiçe saymış olanların tarih önünde
mahkûmiyetlerini tescil etmiş olmasıdır.
16 —
1960 yılı ikinci yarısı 27 Mayıs hareketini «ihtilâl»
vasfında muhafaza etmek temayüllerine sahne olmuştur.
Filhakika, Komite, bilimsel yönden ifade etmediği yeni
düzenin doktrinini tahakkuk ettirecek kadrolara ihtiyaç
hissetmiş ve evvelemirde yıkmak istemiş olduğu
zihniyetin kadro elemanlarını tasfiyeyi düşünmüştür.
Meşru ve normal olmak lâzımğelen bu tutumun fiilî
tatbikatmdaki hatalar maksadı gerçekleştirememiştir.
Ordu kadrolarındaki tasfiye, yaş gibi bir kıstas ileri
sürülerek yapılmış; üniversite öğretim kadrolarından
uzaklaştırılan elemanlar için ciddî ve muteber sebep
gösterilmemişti. Meslek hayatından çıkarılan hocalar
içinde Anayasa nizamının ve hürriyet üstünlüğünün
seneler senesi başlıca müdafiliğini yapmış olanlar da
bulunuyordu. Bu hal, aydın zümrelerde ihtilâlin gayesi
ile davranışı arasında bir kopma husule geldiği
kanaatini uyandırmış, idealizm, şahsî hissiyet
tezahürleri ile gölgelenmiştir.
17 —
Devlet memurları arasında yapılması zaruri tasfiye ise
ihbar, rivayet ve isnada göre ceryan etmiş; «Anayasa
düzenine aykırı veya bu düzeni bozmağa matuf tutum»
ölçüsü yerine, ferdler arası alış veriş sahasının şahsî
iğbirar ve düşmanlık duyguları rol oynamıştır.
Bu
yüzden kamu hizmetleri görevlileri güvensizlik içinde
kalmışlardır. İhtilâl sonrasında beklenen huzur yerine
ferdî endişe belirmiştir. Yeni kadrolar, ihtilâl
gayelerini gerçekleştirecek ruhî kudreti kazanamamış,
elemanlarının ezik maneviyatları sebebiyle
işgörmezlikleri bir atâlet doğurmuş; ihtisas köprü
başlarına getirilen askerlerin bu mevkilerde uzun müddet
kalışı, meslek formasyonları icabı davranışlarına has
normatif ve katı karakter kadrolar mensublarından
beklenen dinamik hareket tarzının tahakkukuna imkân
vermemiştir. Bu ruhî eziklik dolayısıyle en mükemmel
disiplin örneği vermesi icabeden askeri amirlik, bilâkis
ters bir sonuç doğurmuştur.
18 —
Siyasi temsil organları bu şartlar içinde seçildiler. 27
Mayısın mana ve gayesi unutuldu. Seçmen kitlesi, seçimi,
şahsî düşmanlıkların körükleyicisi sandığı C. H. P. ile
diğerleri arasında inatçı bir yarışma gibi kabul etti.
Bütün
bu çetrefil görünüşler arasında en vatanperver
soğukkanlılığı gösteren yine Milli Birlik Komitesi
olmuştur. Sayı çoğunluğunun demokrasi rejiminin
meşruiyeti için tek şart olmadığını hissetmiştir.
Hükümet
Başkanı, Türkiye'de de demokrasi rejiminin gerçek
teminatının gerçek aydınlar olduğunu bilmekte idi.
Fakat, bunu bilmekte adeta yalnızdı. Aydın Vatandaşın,
rejimin kuruluşu safhasında mevcudiyet göstermeyişi,
sadece hükümet sorumluluğunu taşıyan kimse için değil,
bizzat rejim için de büyük bahtsızlık olmuştur.
19 —
Demokrasi rejiminde sayı çoğunluğu ile birlikte her
türlü meşru teşebbüs caizdir. Ancak, demokrasi namına
bizatihi demokrasi rejimini tehdit eden hallere meydana
vermemekte zaruridir. Rejimin öylesine birtakım ana
prensipleri vardır ki, bunlar üzerinde reylerin sayışma
göre kader çizmeolmaz. Memleketin varlığı bunlara
dokunulmaması ile kaimdir. Devlet bünyesinin eczası
bunlardadır. Bunların muhafazası, dokunulmaz halde
bulundurulması aydının görevidir. Unutulmamalıdır ki,
Türkiye Cumhuriyeti aydın eseridir. Aydınlara meşruluk
veren bir mücadele olmuştur. Bir millet, bütünü ile,
tarihte zor rastlanabilecek bir iltihak ve muvafakatla
toplumun kurtuluşu için lüzumlu kararların alınmasını ve
uygulanmasını bunlardan istemiş, bunların tedbirleri ile
netice alacağına inanmış, çizilecek yeni hayat tarzına
muvafakat göstermiştir. Türk milletinin egemenliği, esas
mücadelenin kilit noktası, muharrik kuvveti olmuştur.
Cumhuriyet rejimi, mücadelenin tabiî sonucunu teşkil
etmiştir. İmdi, bu rejimin vazgeçilmez ana kaideleri
vardır. Ferd hürriyetleri, iyiye tekâmül, Lâiklik
bunlardandır. Hukukun üstünlüğü ve Anayasaya uygunluk
bunlardandır. Bunlara riayet olunmazsa millî kitlenin
varlığını ve temadisini arzulamış olduğu devlet de
olmaz.
Oy
çokluğu belli bir zamanda bu ana kaidelere aykırı irade
belirtisi göstermişse, bunun manası bir kısım
siyasîlerin hiyaneti, yada aydınların gafleti demektir.
Anayasa düzenine uygun olmıyan kitle iradesi
tezahürlerine itibar olunamaz. Demokrasinin temel
zabıtası, Anayasa prensiplerinden kıl kadar
ayrılmamaktır. 27 Mayıs hâdisesi, bu esasa riayet
zaruretinin ihtarıdır, aydının uyanışıdır.
20 —
Türkiye Büyük Millet Meclisinin faaliyete geçtiği
tarihten bu yana geçen devrede, 27 Mayısın teyid ettiği
gerçek Anayasa rejimi ile 27 Mayıs öncesinin soysuzlaşma
halindeki rejimi arasında, bu sonuncusu lehine, kitleye
tercih yaptırma hususunda gizli gayretler var. Bu
gayretler başıbozuk siyasilerin, sahte aydınların,
bunların bilerek veya bilmiyerek âlet oldukları veya
hizmet ettikleri dış tahakküm merkezlerinin çabasıdır.
Sağlam bünyeli bir Türkiye kendi halkı için güven,
düşman zihniyetler için tehlikedir. Türkiyeyi 27 Mayıs
öncesinde içine düştüğü girdaba çekmek istemek onu
bünyesinde zaafa düşürmektir. Yanlış ve sakat bir
demokrasi anlayışının uygulamakta olduğu her ortam
totalitarizme, ya da anarşiye namzettir. Her hal ve
kârda, böyle bir siyasal toplum ömrü sona ermek üzere
olan bir toplumdur.
21 —
Dikkat edilirse demokrasinin her çeşidinde müşterek olan
prensip, genel oy prensipidir. Şeklî prensip budur.
Hürriyetli demokrasilerin maddî prensipi ise, rejimin
kaderine ilişkin meselelerde genel oy'un Anayasadaki
değişmez prensiplerin bekçiliğini yapması tabiî ve şart
olan gerçek aydınların azınlık oy'u ile ahenk içinde
olması ve Anayasa üstünlüğünün sağlanmasıdır. Bu
neticeyi temin etmek, aydınların ödevidir. Ödev
yapılmazsa sayı çokluğu gayeyi ve ülküyü tahrip eder.
Niteliği eriyen Devlet de kolayca ve hatta kendiliğinden
ortadan kalkar.
22 —
Demokrasi sayı çoğunluğu ile oynanabilecek bir nevi
canbazlık değildir. Rejimin ana kuruluşuna dokunan
meselelerde uyanık ve titiz olmak, sayı çokluğunun
egemenlik dernek olmadığını ve egemenliğin kullanılma
şeklinin Anayasada çizilmiş bulunduğunu unutmamak
lâzımdır.
Parlemantodaki bir temsilciyi ele alınız. Niçin bütün
Milletin vekilidir?. Sebep açıktır : Sayı çoğunluğunun
mahzurlarını gidermek için. Milletin vekili olan
temsilci, Millet iradesini Devletin Anayasasında ifade
edilmiş bulur. Sayı çokluğundan gelen sesi Anayasada
gösterilmiş bulunan istikamete uymuyorsa tereddüde mahal
yoktur: bu sese itibar edilmiyecektir. Çoğunluk, Anayasa
prensiplerine uygun netice alınması iradesini taşıyorsa
hukukan değer ifade eder. Aksi halde, sadece bir
kalabalıktan ibaret kalır. Devlet İdaresi ise,
kalabalığın işi değil, vasıflı ve anayasa bilincine
varmış olan vatandaşların işidir. Anayasanın «Başlangıç»
kısmının sonu bunu çok açık şekilde ifade etmiştir.
23 —
1960 askeri müdahalesi bir ilk yardımdır. Radikal 'bir
tedavi değildir. Askerî müdahaleye önderlik edenlerin
devlete verilecek biçim üzerinde belirli bir sistemleri
yoktur. Asker, halk şuuruna tercüman olmuştur. Toplumsal
kuvvetlerin baskıya karşı koyma müşterek iradesinin
gerçekleşmesinde müessir maddî ve fiilî bir vasıta
görevi ifa etmiştir.
Açılan
yeni merhale başlangıcında kurulacak sistem ancak bir
yıl süren çalışmalar sonunda belirmiştir. 1961 Anayasası
bu sistemin ifadesidir.
1961
Anayasasının gayesi Türk «Demokratik Hukuk Devleti» ni
kurmaktır. 156 ncı maddesinin ilk fıkrası hükmünce
metninden sayılan ve devletin Anayasal ilkelerini
belirten (Başlangıç) kısmında bu gaye açıkça yazılıdır.
Demokratik hukuk devleti ile ne kasdedildiği yine
(Başlangıç) de gösterilmiştir. Bu devlet hem hukukî, hem
sosyal sosyal yapı karakterini ilk defa olmak üzere yeni
Anayasanın vermekte oluşudur. Artık Türk resmî devlet
anlayışı devletin sadece hukukî bir yapıdan ibaret
olmayıp aynı zamanda sosyal bir yapı olduğu anlayışıdır.
Devlet, her halükârda bir vasıtadır. Belirli maksatların
gerçekleştirilmesi vasıtasıdır.
24 —
Devletin hukukî yapı karakteri itibariyle hukuk alanında
varılmak istenen hedef, «İnsan hak ve hürriyetlerini
gerçekleştirmek » dir. Bu hedefe ancak insan hak ve
hürriyetleri teminat altında ise varılabilir. Şu halde,
devlet, anayasa ile teyit edilmiş olan insan hak ve
hürriyetleri sisteminin teminat altında işlemesini
sağlayacak vasıtadır.
25 —
Sosyal yapı karakteri bakımından ise, devlet «ferdin ve
toplumun huzur ve refahım gerçekleştirme» vasıtasıdır.
Ferdin ve toplumun huzur ve refahı sosyal adaletle
mümkündür ve sosyal adaletin yerleşmesi şartı da (Millî
Dayanışma) dır. Filhakika, biraz yukarıda da (Türk)
tavsifini ilâve suretiyle işaretlediğimiz gibi,
anayasanın kurmak istediği «demokratik hukuk devleti»
subut anlamda bir «Demokratik Hukuk Devleti»değildir.
(Millî) bir «demokratik hukuk devletidir. (Anayasa,
madde: 2).
26 —
Devletin gerek hukukî, gerek sosyal yapı karakterleri
yönlerinden yeni anayasa ile öngörülmüş bulunan değerler
ve müesseseler çeşitlidir. Bunları, (hak ve hürriyetler)
ve (gerçekleştirici müesseseler) olmak üzere ayrı ayrı
incelemek gerekecektir.
Öteyandan, Türk Anayasası iki ana gayeye yönelmiştir.
Bunlardan biri devletin vaz geçilmez bir niteliğinin
muhafazası, diğeri devlete belirli bir nitelik
kazandırmadır. Birincisine (Devlet lâikliğinin
dokunulmazlığı), ikincisine (Uygarlaşma) diyebiliriz. Bu
gayelerden ilki, diğerinin şartıdır. Uygarlaşma ise,
«çağdaş uygarlık seviyesi »ndeki uygarlık olacaktır.
Çağdaş uygarlık değerlerinin neler olduğunu tayinde en
önemli kaynaklar, kanaatimizce çok taraflı
milletlerarası andlaşmalardır. Devlet, bunlardan pek
çoğuna katılmıştır. Bu andlaşmalarda ifade olunan
prensipler, çağımız milletlerinin ortaklaşa değer
ölçülerini tesbit etmektedir.
13 —
(Hak ve Hürriyetler) konusunda Türk Anayasasının
koymakta olduğu esaslar (çağdaş uygarlık seviyesi) nin
ulaştığı mertebenin gerektirdiği esaslardır. Bunların
kaynağı 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Evrensel demeci olmuştur.
Klâsik
hürriyetlerin yanında yeni Anayasada ifade olunan ve
«insan hak ve hürriyetleri» denilen hak ve hürriyetleri
ifade eden değerler ise, iki mihver etrafında
toplanmıştır: 1 — Ferdin tercih hakkı, 2 — Sosyal
Adalet.
27 —
Hak ve hürriyetler alanında (ferdin tercih hakkı)
standart bir kuraldır. Anayasa bunu 14 üncü maddesinde
«Herkes,., maddî ve manevî varlığını geliştirme
haklarına... sahiptir.» hükmü ile koymuş bulunuyor. Fert
için bir ana hak tesbit eden bu hükme paralele olarak
devlet de ferdin maddî ve manevî varlığının gelişmesi
şartlarını hazırlamak zorundadır, (Madde: 10, fıkra: 2).
ister maddî, ister manevî olsun, varlığı geliştirme, her
şeyden önce öğrenmeye ve bilmeye bağlıdır. Öğrenme ve
bilmede tercih, iki yoldan sağlanmıştır: Öğrenim
hürriyeti (madde: 21) ve haber alma hürriyeti (madde :
22 ilâ 26).
Öğrenimin, ferdi —mensup bulunduğu toplumla birlikte —
çağdaş uygarlık seviyesine eriştirebilmesi için, (çağdaş
bilim ve eğitim esaslarına aykırı olmaması) zaruridir.
Haber
alma hürriyetine gelince, olaylar hakkında yayın yasağı
(madde22, fıkra: 4), haber yayınını engelleyen kayıtlama
konamaz (madde: 23, fıkra: 2), Basm aracı işletilmekten
alıkonulamaz (madde: 25), kamuya ait haberleşme
araçlarından herkes faydalanabilir, kamuya ait araçlarla
haber alma kayıtlanamaz (madde:26), devlet haber alma
hürriyetini sağlamak zorundadır (madde :22, fıkra: 2).
Ferdî maddî varlığı geliştirmede iki yöneltici prensip
konmuştur: Birincisi, mülkiyet hakkının toplum yararına
aykırı olarak kullanılamıyacağı (madde: 36, fıkra: 3);
ikincisi, millî iktisadın gereklerine ve sosyal amaçlara
uygun olarak yürütülecek özel teşebbüslerin serbestisi.
Bütün
bu esaslar (çağdaş uygarlık seviyesi) nin oluşturduğu
esaslardır. Devletin gayesi bu mertebeye varmaktadır.
Bizzat yasama organı bu kıstasla bağlıdır. Anayasa
Mahkemesi bir kararında (22,12.1964), kanunların
«Anayasanın açık hükümlerinden önce hukukun bilinen ve
uygar memleketlerde de kabul edilen prensiplerine uygun
olması» gerektiğini söylemiştir.
28 —
Sosyal Adalet bakımından ise, gaye (çağdaş uygarlık
seviyesi) ne erişmektir. Türk Anayasası «Sosyal adalet»
i gerçekleştirmede ölçü olarak (insanlık) kıstasım
almıştır. Genel olarak iktisadî ve sosyal hayatın
düzenlenmesinde olsun, çalışmaların yaşayışlarında
olsun, ferde «insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış
seviyesi» sağlamak başlıca gayedir. Sosyal adaletten
maksad budur. Bununla ilgili olmak üzere Türk Anayasası
çalışanlar için (dinlenme) yi ve yıllık (ücretli izni)
sosyal haklardan saymış; (âdil ücret) esasını koymuş;
sendika, toplu sözleşme ve grev hak ve hürriyetlerini
teminata bağlamıştır.
Sosyal
adaletin gerçekleştirilmesi için bir taraftan (plân)
esas tutulmuş (madde: 41 ve 129); diğer taraftan, sosyal
güvenlik teşkilâtı öngörülmüştür, (madde: 48, 49).
Sosyal
adalet ilkesi kanun koyucuya direktif verir (Anayasa
Mahkemesi, 20.10.1963). Görülüyor ki, Türk devlet
anlayışının yeni Anayasa ile beliren karekterlerinden
biri (sosyal unsur) dadır.
Bununla
beraber, insan hak ve hürriyetlerinin ilkel şartı «kişi
güvenliği» dir. Bu da, (yakalanma ve tutulmaya karşı
teminat) ile ve (savunma hakkı) ile sağlanmıştır.
29 —
Türk Anayasası sisteminin işleyebilmesi için iki temel
unsurun mütemadi surette hareket halinde olmasına
ihtiyaç vardır:
1 —
İnsan hak ve hürriyetlerine saygı,
2 —
Sosyal refah.
30 — Bu
unsurların hareketten kalmaması için Anayasa düzeni
içinde belirli müesseseler yer almıştır. Bir defa,
siyasî hayat (parti çokluğu) na dayanır. Bu sayede
«muhalefet» devlet siyasî hayatının zaruri bir terekküp
unsurudur. Ana maksad, siyasî iktidarın denet altında
olmasıdır. Bu kontrolün müessiriyeti Anayasa üstünlüğü
prensibini dokunulmaz halde tutacak bir müessesenin
varlığına bağlıdır. Bunun için de, (Anayasa Mahkemesi)
kurulmuştur. Kanun, kontrol altındadır. Anayasa ile
kurulmuş düzen dışına çıkamaz. Çıkacak olursa iptal
olunur.
31 —
İktisadî, sosyal ve kültürel hayat ise, (sosyal refah)
gayesine yönelmiştir. Plânlamanın, sosyal güvenlik
tedbirlerinin yanı sıra devlete yükletilmiş ödevler
vardır. Devlet, insan hak ve hürriyetleri ile sosyal
refaha aykırı engelleri ortadan kaldırmak ödevindedir.
Aileyi korumaya, toprağın verimli olarak işletilmesini
sağlamaya, iktisadî faaliyetlerin güvenliğini ve
istikrarını temine, kalkınmayı gerçekleştirmeye, âdil
ücret ve sosyal güvenlik sağlamaya, kabiliyetli
vatandaşa yardıma mecburdur.
32 — En
önemli prensip, Anayasa üstünlüğü; ve en hayatî cihaz,
Anayasa Mahkemesidir. 8 inci madde prensipi koyar:
«Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.» uygulanacak
hükümlerden biri kanunda, diğeri Anayasada yer almışsa,
Anayasa hükmü tercih olunacaktır. Kanun hükmü Anayasaya
aykırı ise, yürürlükte kalmasına cevaz yoktur. Anayasa
Mahkemesinin, Anayasa hukuku bakımından, görevi, yasama
organını denetlemektir (Anayasa Mahkemesi,8.4.1963).
Anayasa
üstünlüğü prensibini koruyan müessese Anayasa
Mahkemesidir. Anayasa Mahkemesi kararları Anayasa
hükümleri mesabesindedir. Nasıl, Anayasa hükümleri
«yasama, yürütme ve yargı organlarım, idare makamlarını
ve kişileri» bağlar ise, (madde:8/2) Anayasa Mahkemesi
kararları da «Yasama, yürütme ve yargı organlarını,
idare makamlarını, gerçek ve özel kişileri bağlar.»
(madde: 152/5).
Hukukun
genel prensipleri anayasa hükümlerinden de önce gelir.
Yukarıda bahsettiğimiz 22/12/1964 tarihli kararda bu
husus Anayasa Mahkemesince tesbit edilmiş olduğu gibi,
Anayasa hükümleri arasında buna delâlet eden hükümler
vardır. Faraza, «Pacta sunt servanda» prensibi bir
anayasa hükmü ile bertaraf edilemez. Nitekim, Anayasanın
65 inci maddesinin son fıkrası milletlerarası
andlaşmalarm iptal veya itiraz yolları ile Anayasaya
aykırılığının bahis konusu edilemiyeceğini söylemiştir.
33 —
Türk Anayasası yasama organını ayrıca yetkilerini
devretmekden de men'etmiştir. Bu suretle, kanunun
yapacağı şeyi yürütme organının yapması önlenmiştir.
Yürütme organı tarafından alınabilecek tedbirlerin
sınırları kanunla çizilmiş olmak gerekir. Yürütme
organına yetki tanınan husus teknik hususlardan
olmalıdır. Hükümete tanınan düzenleme yetkisinin hangi
sahaya ait olacağı, düzenlemenin ne tarzda yapılacağı,
hangi esaslara dayanacağı kanunda tesbit edilmelidir.
Aksi halde, anayasanın 5 inci maddesi hükmüne aykırı bir
«yetki devri» yapılmış olur.
Ancak,
bu noktalara uyulmuş olması halinde dahi yürütme organı
tarafından alınacak kararın, Anayasaya değil, lâkin
kanuna aykırı olduğu ileri sürülebilir. Türk Anayasa
sisteminde idarenin her çeşit işlemleri yargı denetimine
tâbidir (madde: 114).
34 —
Türk Anayasa sistemi şekil yönünden klâsik kuvvetler
ayrılığı teorisini devlet hayatı görünüşlerine
uygulamıştır. Kuvvetler ayrılığı teorisinin uygulanması
insan hak ve hürriyetlerinin bir teminatı sayılmıştır.
Fakat, bu görüş tam manasiyle teorik görüşü karşılamaz.
Türk Anayasa sistemini ayırd etmek için (yumuşak
kuvvetler ayrılığı telâkkisi) sözü kullanılmıştır.
Teorinin klâsik şekli ile alınmamış olduğunu anlatması
bakımından bu deyimin kullanılması yerindedir. Ancak,
hakikatta, yargı kuvvetine üstünlük verilmiştir. Siyasî
hayatın zarurî unsurları olan partiler ile seçimleri
kontrol görevi de yargı organlarına aittir. Devlet
kuvvetlerine hâkim dufumdaki unsur yargıdır.
35 —
Türk Anayasa sistemi, her Anayasa sistemi, gibi, belirli
maksatların gerçekleştirilmesinde temel prensipler
kaynağı ve ana cihazdır. Gerek insan ana hak ve
hürriyetlerinin, gerekse sosyal refahın
gerçekleştirilmesi bakımlarından yeni Anayasanın önemli
aksamalara uğramadığı görülür. Anayasal yapı ve her iki
yönden de zaman âmilinin rol oynamakta olduğu gelişmeler
kaydetmektedir. Ancak, Anayasanın iki ana gayesini
teşkil eden ilkelerin ve bunlardan bilhassa (lâiklik)
ilkesinin gerçekleştirilmesi yönünden ortada garip
tezatlar mevcuttur.
Bunları
düşüncede tezatlar ve uygulamada tezatlar olmak üzere
ayrı ayrı mütalâa etmek hatıra gelebilirse de, daha
geniş bir görüş içinde ele almak, varılacak neticelerin
değerini artıracaktır. Onun için meseleyi şu yolda
ortaya koymak uygun olur düşüncesindeyiz:
36 —
Türkiyede iki kuvvet karşı karşıyadır. Muhafazakâr
kuvvet ve reformcu kuvvet. Hemen her yerde
muhafazakârlık Statükoyu bozmamak gayreti şeklinde
tezahür ettiği halde -ki profesör Savcı da Türk
muhafazakârlığını bu manada anlamaktadır.
Türkiyede reaksiyoner bir karakter taşımaktadır. Türk
muhafazakârlığı bir geriye dönüş özlemidir. Yine her
yerde, muhafazakârlık belirli kültür değerlerine
bağlılık olarak gözüktüğü hal de, Türkiyede herhangi bir
kültür unsuru taşımamaktadır. Nihayet, genel olarak
muhafazakârlık muayyen hukukî müesseselerin bünye
değişikliği görmemesi esasına istinat ettiği için bu
müesseseleri aynen koruma ve yaşatma gayreti demek
olduğu halde, Türkiyede muhafazakârlık belli hukuk
müesseselerinin müdafaası ile meşgul değildir. Türk
muhafazakârlığı bir mazi hasretinden ibarettir. Sosyal
değerlerin müdafaasına dayanmaz. Hiç bir rasyonel
karakteri haiz bulunmamaktadır. Bir tek temayı istismar
eder: Din adı altında hurafe temasını.
Bugün
bu muhafazakâr kuvveti terkip edenler çoğunluktadırlar.
Avrupa devletlerinde muhafazakârlık sosyal ve aynı
zamanda ekonomik bir ceryanı ifade eder.
Türkiyede ise sırf menfaat unsuruna bağlıdır. Hurafe
bezirgânlığı yapanlar akla karşıdırlar. Kendilerinden
ileri olanı istemezler. Genç kuşakların öğrenmesine,
eğitim görmesine, yükselmesine razı değildirler. Büyük
toprak sahipleri toprakları üzerinde yaşayanlar için
uygarlık nimetlerinin meçhul kalmasında
menfaattardırlar. Bir az okuyup öğrenen büyük şehre göç
eder ve yerleşir. Devlete veya başkalarına ait arsalar
üzerinde başını sokacağı bir gecekondu kurar. Feodal
beyler, büyük şehir etrafında husule gelen olayın,
kendilerine ait topraklar üzerinde yaşayanların da
olanların düşünmeğe başlayacakları gün, karşılarına
çıkacağını bilmektedirler. Onun için toprak reformuna
karşıdırlar. Ellerinde büyük sayıda oy vardır. Siyasî
Partiler bunlarla iyi geçinmek zaruretine kanidirler.
Parlâmentoda iskemle kazanmak kaygusu prensipin zaferini
arka plâna attırır. Bu hatalı davranış yüzünden toprak
reformu mütemadiyen gecikmiştir. Halbuki, gecikme,
sosyal bir sarsıntıyı hazırlamaktadır. Er geç düşünmeğe
başlayacak olan toprağa bağlı bir gün mevcut adaletsiz
düzene karşı mutlaka baş kaldıracaklardır. O zaman
yalnız bir yeni gecekondu davası ortaya çıkmakla
kalmayacak, menfaat aykırılıkları yüzünden fiilî
çatışmalar da meydana gelecektir.
37 —
Reformcu kuvvete gelince, gerçekçidir. Fakat,
elindeki vasıtalar yeter ölçüde tesirli olamamaktadır.
Ferdin ve toplumun ekonomik seviye bakımından
menfaatlerini karşılayacak program yapmak istemektedir.
Ama, yenilecek engelleri ortadan kaldıramamaktadır.
Çarpışma, çağdaş uygarlık seviyesine varma çabası ile
reaksiyon arasındadır. Anayasaya uygun olanla anayasaya
aykırı olan vuruşmaktadır. Bu halin ortaya çıkmış
olabilmesinin ve devam etmekte bulunuşunun başlıca
sebebi düalist davranıştır. Bu hal, 1839 danberi
sürüp gelir. 1924 ile 1950 arası devresi eski yaşayış
tarzından yeni yaşayış tarzına intikali sağlamağa kâfi
gelmemiştir. Toplum hayatındaki davranışlarda halâ devam
eden tezatlar görülür. Fert, umumiyetle kendisine
müdahale olunmasını istemez, fakat başkalarına
müdahaleyi hak sayar. Onların mahrem hayatına karışmayı
normal görür, başkalarının münasebetlerine ve
düşünüşlerine serbestlik tanımaz. Ferde saygı itiyadını
henüz alamamıştır.
Hürriyetin başlıca unsuru olan müsamahayı kendisine
sorum yüklenemiyeceği ve hattâ kanun dışına çıkabileceği
manasında anlar. Kendi kendini denetlemez.
Bu
yüzden kanun hâkimiyetinin yerleşmesi güçleşmekte ve
memleket, halkının büyük çoğunluğu ile, bir hisler ve
içgüdüler diyarı manzarası göstermektedir. Filhakika,
vatandaş ile otorite arasındaki münasebet normal
sayılamaz. Vatandaş otoriteyi toplu yaşamanın şartı
olarak düşünmekte, arzu ve temayüllerine sed çeken bir
mania saymaktadır. Otoritedeki anlayış de vatandaşa
yardımcı ve onun haklarına saygılı bir denge unsuru
olduğu şuurundan
ziyade
yürütme işini görenlerin zor kullanma vasıtası
olduğudur.
38 —
Türkiyede demokrasinin bocalaması birtakım Anayasa
kurallarının ilân edilmesi ile işin hal edileceğinin
sanılmış olmasındandır. Demokrasi, bir kanunî tedbirler
sistemi yanında vatandaştan bir davranış alışkanlığı
ister. Vatandaşa demokratik düzenin fert iradelerine
dayanan bir anlaşma olduğunun ve bu anlaşmaya aykırı
hareketin müeyyide ile karşılanmasına önceden razı olmuş
bulunduğunun öğretilmesi şarttır. Vatandaş bu düzeni
bizzat yaratabileceğini bilmelidir. Düşünüşü ve
gayretleri ile düzenin yaratılmasında hissesine düşeni
katmalıdır. Demokrasiyi devleti idare edenlerin
kuracağını beklemek büyük gaflet olur. Türk halkı bunu
tecrübe ile bilmek mevkiindedir. Devleti idare edenler
de bilmelidirler ki, demokrasi düzeni sadece parlâmento
görüşmelerindeki serbestlik demek değildir. Demokrasinin
sırrı ferdin davranışındadır; Demokratik ortak yaşama
kurallarını bilmesinde ve saymasmdadır.
39 —
Türk realitesi içinde fevkalâde dikkate değer iki
müşahade de bulunmak yerinde olacaktır.
Bunlardan birincisi, umumiyetle yeniyi ve ileriyi temsil
etmesi lâzımgelen genç kuşaklar içinde bir zümrenin
muhafazakâr oluşu; diğeri, faşist temayüldeki
muhafazakâr kuvvetin normal olarak ordudan mumaşât
görmesi beklenecek iken Türk Silâhlı Kuvvetlerinin
reformcu eğilimde oluşudur.
Genç
kuşaklara mensup bir zümrenin muhafazakâr kuvvetin bir
âleti haline gelmiş olması eğitim yetersizliğinde ve
aile muhitinin etkisinde aranmalıdır. Silâhlı kuvvet
mensuplarının reformcu oluşu ise, ordudaki eğitim
unsurlarının, meslekleri icabı, ilerici düşünce sahibi
olmalarındandır.
Muhafazakâr halk kitleleri içinde idameye muvaffak
olduğu durum dinin ve hurafenin etkisinden geliyor.
Asker ocağına giren ferdin ise, halk kitlesi ile daimî
teması kesilmektedir. Esasen aklî bir temele dayanmıyan
hurafenin asker ocağına giren fert üzerindeki tesirinin
giderilmesi mümkün olabilir. Erlerin bu yüzden
eğitimlerine özel bir önem verilmekte bunun başarılması
kabildir. Ancak, bu başarı tam olmayabilir de. Asıl
mesele, dini ve hurafeyi halk ortamında tesirli olmaktan
çıkarmaktadır. Zira, ordunun beslenmekte olduğu ortam
halktır. Muhafazakâr kuvvet bunu bildiği için halk
kitleleri üzerinde işliyor.
40 —
Gerçi, devletin iki temel niteliği, uygarlaşma ve
lâiklik,
anayasa
sisteminin can damarıdır. Lâkin, tatbikatta bu
nitelikler değerlerini bulamıyor ve muhafazakâr kuvvetin
nüfuz vasıtası olan din ve hurafe sosyal hayata git gide
daha geniş ölçüde hâkim olmak tehlikesi gösteriyor.
Büyük hatanın
ve âczin münevverlerde ve bilhassa devlet idaresinde
görev alanlarda olduğuna şüphe yoktur. Hukuku ve
Anayasayı hâkim kılmak azmi bu kimselerde henüz yeter
ölçüde gelişmemiştir. Öteyandan, mahallî idarelerle
Devlet İdaresinin gerçek tezahür ortamı olan küçük
birlikler, köyler ve kasabalar, anayasal kuruluşun
dışında ve sorumsuz kuvvetlerin tesiri altındadır.
Köy
Enstitüleri nevinden örnek müesseseler, köy ve köyler
arası istihsal ve istihlâk kooperatifleri gibi
kuruluşlar büyük fayda sağlayacaktır. Okuma yazma
kursları, gezici kitaplıklar bu kitaplıkların ihtiva
edeceği eserleri seçmekle görevli merkezî bir kuruluş,
broşür dağıtımı, öğretici filim ve bilhassa televizyon
ve başta gelen müstacel ihtiyaçlardır.
41 —
Muhafazakâr kuvvetin kullanmakta olduğu taktik hurafeyi
daima canlı tutmak ve karşı kuvveti, yenilikçi ceryanı
kötüleme propagandası ile önlemeye ve bertaraf etmeye
çalışmaktır.
Hurafeyi canlı
tutmakta en büyük yardımı din adamları zümresine mensup
bir kısım elemanlardan görür. Türkiyede gerçek din adamı
pek azdır. Umumiyetle kültürsüzdürler. Büyük ekseriyeti
taassubu temsil etmektedir. Yetişmekte olanların yaşları
on iki ilâ yirmi arasındadır. Bir kısmı Türkiye
dışındaki yetiştirme merkezlerinin mahsulüdür. Doğrudan
doğruya (arapçılık) idealizmi ile beslenmişlerdir. Dinin
birleştirici niteliğinden istifade eden yabancı bir
ideolojinin propaganda âletidirler. Bunlar, ciddi bir
tehlike teşkil ederler.
Reformcu
teşebbüslere engel olabilmek için başvurulan yol bunları
(solcu) veya (komünist) diye damgalamak yolu olmuştur.
Bundaki tehlike de büyüktür. Her ilerici hareketin
baltalanması imkân içindedir. Totaliter sistem
savunucusunu teşhis etmek kabil olamamaktadır. (Sol),
bizatihi kötü gösterilmekte, reformcuların her kesin
malını mülkünü elinden almak istedikleri anlatılmakta,
buna karşı tedbirin bir dinî devlet haline gelmek olduğu
telkin edilmektedir.
Muhafazakâr
kuvvetin her iki davranışı da yeni Anayasayı yörüngesi
dışına fırlatmak sonucunu doğurmaktadır. Bir taraftan,
çağdaş uygarlıkla hiç bir ilişkisi bulunmayan arap
dünyasına yönelme, gayreti, öteyandan lâiklik temelini
yıkma çabası Türk Anayasa sistemini ve devleti
varlıklarında tehdit eden davranışlardır.
42 — Bu halin,
1960 ihtilâline rağmen, nasıl olup ta halâ devam etmekte
ve şiddetini artırmakta oluşu araştırılmağa değer bir
noktadır, ihtilâli ile (yeni insan) ların iktidara
gelmesi beklenirdi. Türkiyede bu olmamıştır. Kurulan
parlâmentonun yalnız bir Meclisine pek mahdut sayıda
ihtilâl adamı, o da yeni Anayasaya resen konulan
hükümler sayesinde, girebilmiştir (madde: 70). Yasama
organının üstün parçasını teşkil eden Millet Meclisinde
ihtilâl hiç temsil edilmemiştir. Gerçi, ihtilâl
fikirlerini benimsemiş kimseler seçilmemiş değillerdir.
Lâkin, bu kimseler ihtilâl öncesinin demokrasi
soysuzlaşması devrindeki parlâmentoda muhalefet safları
mensuplarıdır. Bu devir muhalefetinin büyük lideri
zamanın iktidarına ihtilâl ihtimallerini fazlasiyle
olgun hale getiren sebeplerin ortaya çıkmış prensipleri
ihtilâlin fikirleri ve prensipleri değildir. O devir
muhalefetinin toplum düzeni ve devlet idaresi ile ilgili
prensipleri kendi parti programındadır, ihtilâlin
maksadı ise, bu programı gerçekleştirmek değildir. Öyle
olmuş olsa, esasen ihtilâl avsfını taşıması düşünülemez.
Parlâmentoya
girmiş olan ihtilâl öncesi devrinin muhalefet mensubu
siyasileri ihtilâl müdafiliğini mensup oldukları siyasi
partinin prensiplerini savunma şeklinde yapmışlardır.
Taşıdıkları fikirleri önceki devrin muhalefet taraftarı
seçmenlerinin temayülünü karşılar. Bu düşüncelerde
ihtilâllerin karakterini teşkil eden (yeni olma) vasfı
yoktur. Bu noksan sebebi ile de ihtilâle verilmesi
icabeden kuvvet ve tesir, gereği gibi verilememiştir.
İlk
parlâmentoyu terkip eden kimseler hükümet etmeğe
hazırlıklı değillerdi. Seçmen, oyunu kullanırken adayın
temsil ve müdafaa ettiği fikirleri değil, şahsını
gözönünde tutmuştu. Seçilenler seçenlerin fikrî
temsilcisi olmamıştır. Temsilcinin fikrî bağlantısı
mensup bulunduğu partinin direktiflerinden ibaret
kalmıştır. Ne Cumhuriyet devrinin bir çeyrek asır yegâne
siyasî teşekkülü olmuş olan parti, ne ihtilâl sırasında
mevcut siyasî partiler, ihtilâlden sonra programlarında
herhangi bir prensip değişikliği veya ilâvesi
yapmamışlardır. Yeniden kurulan partiler ihtilâlin fikir
istikametlerini belirten programlar getirmemişlerdir.
Partiler programlarında görülen prensipler, bu
programların taşıdıkları fikirler ihtilâlin getirmesi
gereken yeni fikirler değildir.
Gerçekten,
ihtilâlin getirmek istediği prensipler hemen belli
olmamıştır. Bilinen şey, bir hüviyet mücadelesinin
zaferi olduğudur. 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye
radyolarında ihtilâl liderinin ağzından duyulan sözler
ihtilâlin demokrasi buhranına son vermek maksadını
taşıdığını anlatmıştır. Yine ihtilâl lideri 4 Haziran
1960 da Millî Savunmada söylediği nutukta ve 5 Haziranda
Ankara Askerî birliklerine bayram tebrikinde ihtilâlin
zalim bir iktidara karşı halkın direnme hakkını
kullanması olduğunu söylemiştir. Bugünlerde ve bunu
takibeden zamanda açıkça ortaya çıkan husus, siyasî
iktidarın Anayasayı çiğneyemiyeceği (1 numaralı kanun)
ve demokratik Cumhuriyetin zedelenemiyeceğidir.
Bu neticeleri
sağlayan bir olay bilimsel anlamı ile ihtilâl sayılmaz.
Keyfî hareket eden siyasî iktidarın fiilî kontrolü ve
sorumluluğunun hesabını vermeğe çekilmesi olur. İhtilâl
ise, mutlaka (yeni) yi getirir.
43 — 1960
ihtilâlinin (yeni) vasfı Millî Birlik Komitesinin 32
numaralı tebliğinde mahcup bir şekilde yer alan
esaslardan çıkarılabilir. Bu vesikada iki önemli (yeni)
unsur görülür: İktisadî Kalkınma ve kardeşlik.
İkinci kavramın anlamını belirtmek güçtür. 27
Mayıstan itibaren gerek radyo tebliğlerinde, gerek
ihtilâl liderinin beyanlarında (kardeş kavgası) deyimi
kullanılmıştır. Millî Birlik Komitesi tebliğindeki
kardeşlik terimi bu kavganın sona ermesi anlamına
gelebilir. Bir de bu terimi Fransız ihtilâlinin (Fraternite)
deyimindeki sosyal değeri ile kabul etmek mümkündür.
Bizce, her iki anlamı bir arada görmekte isabet olur.
Zira, bir taraftan, baştanberi önlenmesi gözönünde
tutulmuş olan kardeş kavgasının ortadan kaldırılması
hususu aktüel bir konu olduğu gibi, kardeşlik teriminin
iktisadî kalkınma sözü ile yan yana kullanılmış olması
da sosyal anlamın kasdedildiğine inandıracak bir
keyfiyettir.
İhtilâlin
hukukan gerçekleşmesi, geçici Anayasanın çıkarılması ile
kesin hal almıştır. Bununla beraber, gayeleri ve
prensipleriyeni Anayasa ile ortaya çıkacaktır.
Halen
memlekette görülen muhafazakâr kuvvet gösterileri yeni
anayasal sistemin getirmek gayesini güttüğü neticeleri
geciktirmekten başka bir şey yapmıyor. Yenileşme,
demokrasinin cevherinde mevcut olan bir şeydir.
Demokratik düzen içinde yasamağa
kararlı
olduğunun çeşitli imtihanlarını vermiş bulunan bir
millet için ilerici olmamağa imkân yoktur.
Muhafazakârlık diye adlandırdığımız telâkki tarzı,
arzettiği büyük tehlikeye rağmen, reformcu düşünce ile
mücadelede galip gelmek şansına sahip değildir. Zira,
Türkiyede muhafazakârlık anlayışı mahiyeti itibariyle
tamamen statiktir. Hayat ise, harekettir, gelişmedir,
ileri gitmedir. İleri kuvvet herzaman en sonda kazanır.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti çağdaş uygarlık seviyesine erişmiş
lâik bir devlet olacaktır.
Yıl 1968 Cilt 25 Sayı 1-2Sayfa: 35-58
Bu makale yazarın Leningrad Üniversitesi için
hazırladığı ve fakat imkân bulup ta gidip
veremediği bir seri dersin özetidir. (yeniden
düzeltilmemiştiıt).
Cumhuriyet, 22 Aralık 1966.
|