MİLLİYET’İN BÜYÜK BİLGİ YARIŞMASI[1]
Ankara Hukuk Fakültesi’nin ilginç bir Anayasa Profesörüydü
Tanıyabildiniz mi?
 

Ortadan azıcık kısa boyu, siyah gür kaşları ve kendine olan güveni yine kendisinin karesiyle çarpan iri sözcüklü ve erkeksi sesli konuşmasıyla, başkentteki seçkin lokantaların yakından tanıdığı bir anayasa profesörüydü.

Geleneksel ve basmakalıp pısırık bir sönüklüğü, her dakika yerden yere çalmak istercesine diri ve çevik mimiklerle bazen Paris anılarını anlatır, bazen de alaturka politikacıları zekâ raketinde ping-pong topu gibi oynatırdı.

Gemi henüz iskeleye yanaşmadan, dışarıya atlayıvermeye kalkan aceleci yolcular gibi, hiç değilse kendi düşünce yaşamında, çağdaşlığa atlamanın zevkli ve sevimli deneylerini yapardı.

Çok önemli mevkilere gelmiş eski sınıf arkadaşlarıyla bir lokantaya girdiği zaman, hemen mutfağa yönelir, alafranga bir menünün elenikasını seçmek için aşçıbaşıyla özel görüşmeler yapardı…

Çok mu düşkündü boğazına? Hayır… Bu onun gustosundaki “Parisien”liği kanıtlamak için yeğlediği, çocuksu bir gösteri gibiydi…

Konuşurken kullandığı Fransızca sözcükler bile hiç züppelik kokmaz, tam tersine şirin bir etki yaratırdı. Zaten bu tavrını daha çok kendisiyle aynı okuldan olanlar arasında sivrileştirirdi. Yoksa başkalarına caka satmaya tenezzül etmeyecek kadar olgun ve gönül derinlikleri olan biriydi.

Çocukluğundan beri tiyatro tutkunuydu. Taklit yeteneği, jestleriyle diksiyonundan sezilen gizli sahne özlemiyle anayasa profesörü olmasa, belki bir tiyatro sanatçısı olurdu. Zaten en yakın dostlarından İ.Galip Arcan’dı…

                Kendisini yakından tanımayanlar onu biraz yüzeysel bulurlardı. Oysa yüzeysel değildi. Profesörlükle sanatçı coşkusu arasında sıkışıp kalmış bir psikolojinin adamıydı.

                Fakültede Fransız Devrimi’ni nasıl anlattığını izleyenler, eğer biraz insana bakmasını biliyorlarsa, hemen sezerlerdi bunu.

                Kadınlarla konuşmaya bayılırdı. Onlarla el sıkışırken, ellerini avucunun içinde azıcık daha uzunca tutar ve gözlerini gözlerinin içine dikerek, geniş bir gülücükle ve şaka-doğru karışımı yüksekten bir sesle:

-          Hayran oldum size, derdi.

12 Mart döneminde devrin başbakanına sabah kahvaltısına gittiği günün akşamında, üç günlüğüne tutuklanıvermişti… Fakülteye girerken çevresine toplanan gençlere yaptığı bir şaka, onun konuşma türünü bilmeyenlerce ciddiye alınmıştı…

Üç gün sonra evine döndüğünde kendisini yine ilk arayan eski bir okul arkadaşı olan başbakan olmuştu. Telefonda:

-          Ah bilemezsin nasıl kahrolduk, diyordu.

Kendini tutamamış:

-          Kahroldunsa iyi, ben de rezil oldun diye korkuyordum, demişti. Bir daha da eskisi kadar bir

sıcaklıkla konuşmamıştı onunla.

                Renkli ve kendine özgü bir kişiliği vardı. Bunu ortaya koymaktan da hoşlanırdı. Ankara’nın monoton yaşamı içinde avunacağı başka bir şeyi yoktu pek… O kadar yoktu ki, bir ev yaptırmaya kalktığı zaman, merdiven başına konacak trabzan başlığından pencere espanyoletlerine kadar çeşitli ayrıntıyı, inceden inceye aramayı, eğlenceli bir uğraş haline getirmişti…

                Demokrasi denemelerinin ilk yıllarındaki uygulamalara kızdığı bir gün:

-          Buna demokrasi değil, kakokrasi derler, diye eski Yunan’dan aktarma bir sözcük fırlatmıştı

ortaya…

                Sonra da okullarda din dersi verilmesinin anayasaya aykırı olduğunu iddia ederek Danıştay’da dava açmıştı…

                Bizim bahçelerde pek rastlanmayan egzotik bir bitki gibiydi azıcık. Onun için de incesinden bakıldığında, hiç göstermek istemediği bir yalnızlığın ürpertileri titreşir dururdu yaşamında.

                Yaşlı sayılmayacak bir yaşta ayrıldı dünyadan… Doyamadığı ve bazen de bıktığı dünyadan… 
 

[1] Milliyet gazetesi, 04.04.1981

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications