MİLLİYET’İN BÜYÜK BİLGİ YARIŞMASI
Ankara Hukuk Fakültesi’nin ilginç bir Anayasa
Profesörüydü
Tanıyabildiniz mi?
Ortadan azıcık kısa boyu, siyah gür kaşları ve kendine
olan güveni yine kendisinin karesiyle çarpan iri
sözcüklü ve erkeksi sesli konuşmasıyla, başkentteki
seçkin lokantaların yakından tanıdığı bir anayasa
profesörüydü.
Geleneksel ve basmakalıp pısırık bir sönüklüğü, her
dakika yerden yere çalmak istercesine diri ve çevik
mimiklerle bazen Paris anılarını anlatır, bazen de
alaturka politikacıları zekâ raketinde ping-pong topu
gibi oynatırdı.
Gemi henüz iskeleye yanaşmadan, dışarıya atlayıvermeye
kalkan aceleci yolcular gibi, hiç değilse kendi düşünce
yaşamında, çağdaşlığa atlamanın zevkli ve sevimli
deneylerini yapardı.
Çok önemli mevkilere gelmiş eski sınıf arkadaşlarıyla
bir lokantaya girdiği zaman, hemen mutfağa yönelir,
alafranga bir menünün elenikasını seçmek için
aşçıbaşıyla özel görüşmeler yapardı…
Çok mu düşkündü boğazına? Hayır… Bu onun gustosundaki
“Parisien”liği kanıtlamak için yeğlediği, çocuksu bir
gösteri gibiydi…
Konuşurken kullandığı Fransızca sözcükler bile hiç
züppelik kokmaz, tam tersine şirin bir etki yaratırdı.
Zaten bu tavrını daha çok kendisiyle aynı okuldan
olanlar arasında sivrileştirirdi. Yoksa başkalarına caka
satmaya tenezzül etmeyecek kadar olgun ve gönül
derinlikleri olan biriydi.
Çocukluğundan beri tiyatro tutkunuydu. Taklit yeteneği,
jestleriyle diksiyonundan sezilen gizli sahne özlemiyle
anayasa profesörü olmasa, belki bir tiyatro sanatçısı
olurdu. Zaten en yakın dostlarından İ.Galip Arcan’dı…
Kendisini yakından tanımayanlar onu
biraz yüzeysel bulurlardı. Oysa yüzeysel değildi.
Profesörlükle sanatçı coşkusu arasında sıkışıp kalmış
bir psikolojinin adamıydı.
Fakültede Fransız Devrimi’ni nasıl
anlattığını izleyenler, eğer biraz insana bakmasını
biliyorlarsa, hemen sezerlerdi bunu.
Kadınlarla konuşmaya bayılırdı. Onlarla
el sıkışırken, ellerini avucunun içinde azıcık daha
uzunca tutar ve gözlerini gözlerinin içine dikerek,
geniş bir gülücükle ve şaka-doğru karışımı yüksekten bir
sesle:
-
Hayran oldum size, derdi.
12 Mart döneminde devrin başbakanına sabah kahvaltısına
gittiği günün akşamında, üç günlüğüne tutuklanıvermişti…
Fakülteye girerken çevresine toplanan gençlere yaptığı
bir şaka, onun konuşma türünü bilmeyenlerce ciddiye
alınmıştı…
Üç gün sonra evine döndüğünde kendisini yine ilk arayan
eski bir okul arkadaşı olan başbakan olmuştu. Telefonda:
-
Ah bilemezsin nasıl kahrolduk, diyordu.
Kendini tutamamış:
-
Kahroldunsa iyi, ben de rezil oldun diye korkuyordum,
demişti. Bir daha da eskisi kadar bir
sıcaklıkla konuşmamıştı onunla.
Renkli ve kendine özgü bir kişiliği
vardı. Bunu ortaya koymaktan da hoşlanırdı. Ankara’nın
monoton yaşamı içinde avunacağı başka bir şeyi yoktu
pek… O kadar yoktu ki, bir ev yaptırmaya kalktığı zaman,
merdiven başına konacak trabzan başlığından pencere
espanyoletlerine kadar çeşitli ayrıntıyı, inceden inceye
aramayı, eğlenceli bir uğraş haline getirmişti…
Demokrasi denemelerinin ilk yıllarındaki
uygulamalara kızdığı bir gün:
-
Buna demokrasi değil, kakokrasi derler, diye eski
Yunan’dan aktarma bir sözcük fırlatmıştı
ortaya…
Sonra da okullarda din dersi
verilmesinin anayasaya aykırı olduğunu iddia ederek
Danıştay’da dava açmıştı…
Bizim bahçelerde pek rastlanmayan
egzotik bir bitki gibiydi azıcık. Onun için de
incesinden bakıldığında, hiç göstermek istemediği bir
yalnızlığın ürpertileri titreşir dururdu yaşamında.
Yaşlı sayılmayacak bir yaşta ayrıldı dünyadan…
Doyamadığı ve bazen de bıktığı dünyadan…
|