GÖZLEM[1]
Uğur MUMCU[2]

“Ölmek Hakkı”

                Yaşamı yudum yudum içen insanlar vardır. Bir sevgi denizinde kulaç atmışlardır ömür boyu. Sevmişlerdir, sevilmişlerdir. Bu dünyadan çekip gittiklerinde, dostlarına, taze buketler gibi anılar, şelaleler gibi kahkahalar bırakmışlardır.

                Önceki gün Bülent Nuri Esen hocamızı da toprağa verdik.

                Bir kahkaha deniziydi. Bir espiri hazinesiydi. Bir duygu dehliziydi. Duygularından, esprilerinden, kahkahalarından, kulaklarımızda hoş birer yankı kaldı şimdi. Mezarına kürek kürek toprak atılırken, ders verişini, açık oturumlarda konuşuşunu, sınavlarda sorduğu soruları, özel söyleşilerimizi anımsıyordum tek tek… Ve, bir dokuzyüz yetmişbirlerde, bir mayıs gecesi, yıldırım bölge cezaevine getirilişini…

                Gülerek girmişti cezaevi koğuşuna. Tanıdıklarını birer birer öpmüştü, espriler yapmıştı. Kalkmış bir de cezaevi yüznumarasını temizlemek istemişti:

-          Cezaevini anladık amma, yüznumara temiz olmalı…

Geceyarısı üçe doğru evinin kapısını çalan sıkıyönetim görevlileri, giyinip kendileriyle gelmesini istediklerinde:

-          Yahu insan gecenin bu saatinde rahatsız edilir mi?.. diye, söylene söylene arabaya binip yıldırım

bölge cezaevine gelmişti. Gözaltına alındığı günün akşamı devrin Başbakanı Nihat Erim ile berabermiş. Akşam Başbakanla beraber, gece de cezaevi. Kendi kendisiyle alay ediyor, bunları anlatıyordu çevresine.

                Nihat Erim, çok yakın arkadaşıydı Bülent hocanın… Belki bu nedenle 12 Mart yönetimine pek karşı çıkmamıştı. Çok severdi Erim’i. Sonradan çok kırılmıştı Erim’e. Kızmıştı. Öfkelenmişti. Hukuk Fakültesi, sıkıyönetimce basılıp, kitaplar tek tek arandığında, dayanamayıp odasına gitmiş:

-          Hocam, görüyorsunuz arkadaşınız Erim’i… diye başlayıp, bir sürü söz sıralamıştı arka arkaya.

Üzgündü. Odası aranıyordu. Bana:

-          Nihat hakkında hüküm verme hemen… dedi sadece. Sonraları hiç savunmadı arkadaşını bizlerekarşı.

                “Atatürkçülük”, “Hürriyet”, “Laiklik” dilinden düşürmediği, sanki her gün besteleyip söylediği şarkılar gibiydi. Dilinde başka anlamları vardı bu kavramların. Renk katardı düşüncelere. “Hürriyet” derken, “ü”lerini uzatır, bu sözcüğe bir başka ses verirdi. Bir öğrenci bir gün sordu:

-          Neden hürriyete hürrüyet diyorsunuz?

Cevap:

-          Hür olduğum için…

Hademeler en yakın dostlarıydı. Hademelerden biri hastalanmasın, hemen arabasına alır, Hacettepe

Hastanesine götürür, orada iyice muayene ettirirdi kendiliğinden. Herkese, karınca kaderince yardım etmek isterdi.

-          Benim, ben…

Çağırırdı odasına. Giderdim. Fıkralar anlatırdı. Anılardan söz açardı, sık sık. Herkesi de tanırdı. Bir

gün Güney Amerikalı devrimci Che Ceavara’nın fotoğrafını asmıştı odasına. Bir tutucu profesör:

-          Neden asıyorsun… diye sorunca, o tutucu profesörü de güldüren şu karşılığı vermişti:

-          Yakışıklı adam onun için asıyorum. Ne kızıyorsun. Bir senin suratına bak, bir de onun…

Fakültedeki odası, Bülent hoca’nın renkli kişiliğini yansıtırdı. Duvarlar, kitaplar, fotoğraflar ve espri

yazılarla doluydu. Öğrencileri severdi. Solcu olsun, sağcı olsun severdi hepsini. Bir boykotta, profesörler kapısı önünde nöbet tutan sağcı öğrencilere; başındaki kasketi sallayıp:

-          Savulun Lenin geliyor… demiş ve bu esprisini arkadaşı Nihat Erim’in başbakanlığında, gözaltına alınmakla ödemişti.

                Ne hoş adamdı, zeki, duygulu adamdı bir değişik adamdı Bülent hoca…

                Ölümünden önce “ölmek hakkı” diye bir de şiir yazmış. Yaşamak ve ölmek üzerine sıralanmış satırlar:

Bir insan hakkıdır ölmek / elbet kapımızı çalacak bir gün / ve isteyecek isteyeceğini / değişmez kader olarak hak olarak / sana vermek düşer isteneni / hak oyunudur bu / ama namuslu bir alış veriş istersen / vereceğin yaşama hakkı olduğuna göre / yaşanmaya değmiş bir hayatın olmalı / bir işe yaramışsan / koruyabilmişsen savunmasını / maskesini indirmişsen sömürücünün / sevebilmişsen bir gerçek sevgiliyi / ve hele sevmişse sevgili seni / ve yüreklerine girebilmişsen / bir zerrecik katabilmişsen / gelecek denizine / senden sonrakilerin mutluluğu için / o zaman kapını çalacak olana / sunulmaya değer bir hayatın var demektir / ve sen kapını ilk ve son kez çalanı / korkusuz karşılayabilirsin / o güne kadar hakkın olandan / senden sonrakilerin aynı hakları uğruna / sonsuz hakkı getirip verdiği için / sana yeni hak sağladığı için / vazgeçmek karşılığında sevinçle / henüz hiç tatmadığın / kullanmadığın / yaşama hakkını / verebilirsin / ölmek hakkını kazanabilirsin / ve hayatın kaderin olur.

Mezarının üzerine serpilen kürek kürek topraklara bakıyordum: Bir kürek toprak asistanından… Bir kürek toprak doçentinden… Bir kürek toprak öğrencisinden… Bir kürek toprak da kendisini hapsettiren arkadaşından… Bir kürek toprak doyamadığı yaşamından… Bir kürek zekasından ve anılarından… Bir kürek toprak da benden sevgili hocam, nur içinde yat.

Bu dünyadan şöyle esip geçtin Esen hoca…

-  Savulun Bülent Nuri geliyor. Ölmek hakkını, ölmek hürriyetini kullanarak…

 

[1] Cumhuriyet gazetesi, 01 Ocak 1976

[2] 22 Ağustos 1942 günü Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di. İlk, orta ve liseyi Ankara’da okudu. 1961 yılında baş1adığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965 yılında tamamladı. Bir süre avukatlık yaptı; yabancı dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı. Yazmaya, üniversite öğrenciliği yıllarında, Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde başladı. 12 Mart döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkum edildi. Fakat yargıtayca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Askerliğini, 1972-74 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. İlk yazıları 1962'den itibaren Yön, Türk Solu, Devrim, Ant, KIM v.b. dergilerde yer alan Mumcu'nun, 1968-69-70 yıllarında Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde zaman zaman çeşitli konularda inceleme yazıları da yayımlandı. Köşe yazarlığına 1974 yılında haftalık Yeni Ortam dergisinde başladı. Daha sonra çalışmaya başladığı Anka Ajansında 1975 yılından itibaren Cumhuriyet'e de köşe yazıları yazdı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. gözlem başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 6 Kasım 1991'de İlhan Selçuk ve yaklaşık 80 Cumhuriyet çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 yılında uğradığı bombalı saldırı sonucu öldü. 

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications