OLAYLAR ve GÖRÜŞLER[1]

O’nu UĞURLARKEN…
Prof.Bülent Nuri ESEN

 

            Yalnız olayları karşılamayı bilmek bile bir ömrün bedeli olabilir. Günlük yaşantısının dörtte biri kahkahalarla çınlayan, bütün bir toplum insanlarını şaşkın bırakan olgular önünde bile belki herkesin bildiği, ama kimsenin becerip söyleyemediği şeyi söylemek, En çetrefil olanı en basit yapabilmek. Sonra, ısıran ama sıcak bir nükte. Ve, milli ideallere hıyaneti affetmeyen gururlu bir küçümseme…

            Kısa iğneleme fıkracılığını bize o getirmiştir. Birkaç satır içine bir yığın insanın birikmiş acılarını, nasırlaşmış dertlerini yerleştiriverirdi. Yeni bir ekol kurmuş adamdır.

            Realist yaşadı. Hayal adamı olduğunu hiç görmedim. Matematik dersinde iyi bir öğrenci olamamıştı. Ama, çocukluğundan ölüm döşeğine yaşantısı hep matematik kesinlik taşıyan yargılar içinde geçmiştir.

            İnsanlarla olmadan edemezdi. Sosyal insan örneği olmuştur. Davası, tekmil memleketti. Vurucu değerlendirmeleri karşısında en ağır sorumluluk yerlerini dolduranları iskambil kâğıdı gibi devirirdi. Aptalca davranışa, bir de ilkel duyguya bıkmadan isyan etmiştir.

            Değer verdiği, insandı. Olaylarda insanı arardı. Olmadık bir şey anlattınız mı, “Ne söylüyorsun” hayreti, olayın ardındaki insan davranışına idi.

            İnsan, sosyal fonksiyonu içinde yeri ne ise odur, diye düşünürdü. Yapılan işe bakardı. Yaşar Kemal’in kitabı İngilizceye çevriliyormuş. Haberin geldiği akşam onu koluna takıp otele geldi. “Tasavvur edebiliyor musun?” diye anlata anlata bitiremiyor. Takdiri, Yaşar Kemal’in kişiliğinden çok Türk’ün sanat alanında milletlerarası sahneye yükselişine.

Her gün “Bomba konu”

            Her gün bir “bomba konu” bulacaktır. Rastladığımız her günün akşamında “Yahu” diye başlayıp, “biliyor musun?” diye anlatacağı bir haber vardır. Artık mihveri etrafında daireler çizen kudretli bir tele-objektiftir. Sanki feza gemisinde astronottur. Kyoto Üniversitesindeki öğrenci hareketinden başlar, Mao’ya geçer, Nehru’ya uğrar, Alec Home’a atlar, Arap dünyası karşısında hükümetin tutumundan söz eder, Kennedy’i ele alır, Rodezya’daki durum için ne düşündüğünü, Hacettepe Üniversitesini öğrenmek ister, sorular yağdırır, “Falanı nasıl buluyorsun?” diye hep fikirler düzeyindedir. Yanına sokulan olsa fark etmez. Çevresinde olağanüstü olay çıksa görmez. Bütün düşünmce gücü ile görüşülen konu üzerindedir.

            Hükümleri vardır. Ele aldığı sorunu evirir çevirir, sorar soruşturur, inceler inceletir. Sonunda kendi kanısını edinir. Bu sonuç değişmeyecektir. Belli sorunun üstüne inatçı karakterinin silinmez damgasını vurmuştur.

            Her Ankara’ya gelişinde aramıştır. 147’ler Kanunu çıktığında yine gelmişti. Ayağının tozu ile beni buldu, soruyor. Nedenlerini bulmak istiyor. Ben ayrıldıktan sonra kimlerle görüştü, bilemiyorum. Ertesi akşamki buluşmamızda Güresin’le oturmuştu. Aklının takıldığı şey benim geçim sıkıntısına düşmem ihtimali. Ne yapacağımı soruyor. İstanbul’a gelir miyim? Basmakalıp cevap istemez. Onu ilgileyen “beklenmedik olan”dır. “Niyetim burada işinden çıkanın uğrayıp bir kadeh bir şey içebileceği bir yer açmak. Adını ‘Tezğah 147’ koyacağım. Sandalye olmayacak. Her akşam bir 147’lik, tezğahta sakilik edecek. Şiirler okunacak, fıkralar anlatılacak” dedim. Heyecanla sarıldı. Söylüyor: “Bu iş sermaye ister birader. O da sende yok. Ben elli bin verebilirim.” Arkadan ekliyor: “İstanbul’da da bir şubesini açarız. Mesela Nişantaşında. Kazım İsmail şiir okur. Ekrem Şerif’i tezğaha oturturuz. Ne müthiş sükse olur. Fevkalade!” diyor.

            Evet, düşünceye çocuksu ve sevinçli bir günahsızlık katmasını bilirdi.

Yaşantı çizgisi Batılı idi

            Yaşantı çizgisi her zaman Batılı olmuştur. Küsmelerinde, dostluklarında, tanışıklıklarında, hep Batılı idi. Yaşayışını tüm Batılı değerler temeli üstüne bina etmişti. Türkiye’yi geriye götüren her olguya tiksinti ile bakmıştır. Acımaları, bu geriye gidişler olmuştur. Duyduğu derin acılar memleketin bu yıkışlını görmektendi. İçki kadehlerinde aradığı, ama bulamadığı, avunmanın ilaç olabileceğini umduğu asıl hastalık o idi.

            Çocuksu tabiatı, insancıl mizacı, terbiyesinin kusursuzluğu, Türk dili üzerindeki kıvrak becerisi, kalemini kullanışı, incitmeyen huşuneti, yumuşak hırçınlığı, girdiği ortamda parlayan kişiliği onu seçkin aydınlar arasında ayrı yeri olan insan yapmıştı. Bulunması çok güç bir mizacı, kurtarıcı Batılı değerlere inanç dolu bir yüreği, kendi kendine kurduğu ve ömrü ile sınırlı bir geleneği şimdi beraberinde götürüyor. Dostlara hüzün kaldı. Memleket bir gerçek Batılı evladını toprağa veriyor.

[1] Cumhuriyet gazetesi, 9 Ekim 1969.

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications