İNSAN HAKLARI
ve BİZDE DURUM
Prof.Bülent
Nuri ESEN
Eğitim Fakültesi İnsan Hakları Bölümü Başkanı
“1973 yılı, insan hakları açısından, Türkiye için
yine talihsiz bir yıl oldu: Türk insanı korku altına
sokulmak isteniyor.”
“İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” onaylanalı çeyrek
yüzyıl olmuş. 10 Aralık yani bugün bunun yapılışının
yıldönümü. Düşündüren bir yıldönümü! Bir yandan,
Ortadoğu savaşı, enerji bunalımı, nüfus sorunları, çevre
bozulmaları, öte yandan bunlara eklenan, Türkiye’nin
kendine özgü sorunları. Sonra da, hepsinin üstünde,
hepsinden önemli olan “İnsan” sorunu.
10
Aralık sabahı, tarihin mislini bilmediği önemdeki
belgenin yıldönümüne girerken bu kaneviçe içinde bir
sürü düşünce insanın beyninde itişip duruyor.
Büyük
Devrim
İkinci Dünya Savaşı sonrasının çarpıcı özelliği
çağımızın en büyük devrimine kucak açmış olmasıdır. 10
Aralık 1948 “İnsan Hakları Devrimi”nin belgelendiği gün
olarak tarihe geçti. Artık yaşadığımız çağa “İnsan
Hakları Devrimi Çağı” adı verilecektir.
İnsanlık, kendi tarihinde ilk olarak ortak bir ülkü
üzerinde düşünce beraberliğindedir. Tarihte ilk kez
insan yaratıklar arasında kopmaz bir bağ yaratılıyor.
Hangi inançta olurlarsa olsunlar, yaşama koşulları ne
olursa olsun insanlık onurunun saygı görmesi artık
evrensel geçerlikte bir yeni inandır. Bu yeni inan yeni
bir ahlakın cevheri olacaktır. Bundan böyle, ahlak,
emretmeyecek; insanın insanlığına saygı gösterilmesini
bir ödev sayacaktır. İnsana saygı, insanın kendi kendine
üstlendiği yeni yüklemdir.
Ancak, yüklemi doğuran “hak”tır. İnsanın temel hakkında
bir yönü ile “özgürlük”, öteki yönü ile “sorumluluk”
var. Yazı ile tura gibi. Aynı sikkenin ön yüzü ve art
yüzü gibi…
Türkiye insanının ana davası, kişiliğinin saygı görmesi,
temel haklarının korunmasıdır. Yakındığı düzen
bozukluklarının da, adaletsizliklerin de bu ana davanın
bir türlü çözümlenemeyişinden ileri geldiğini anlamaya
başlamıştır. Türkiye insanı, insanlık onuruna yaraşır
bir uygar yaşama özlemi çekiyor. Özlemini doyuracak
koşulların aranışındadır. O koşulları yaratmak istiyor.
Kişiliğinin saygı görmesini istiyor. Kişiliğinin
herkesçe korunması gereğine inanıyor.
Fakat, bu inanca karşın, içinde bulunduğu düşünsel
durumun olup bitenlere oranla yarattığı bir derin kaygı
var ki, yüreğinde kanayan bir yaradır. Devletinin
Anayasası Türkiye insanına uygarsal ve siyasal temel
haklar tanımıştır. Biçimsel demokrasi rejimini yaşatmaya
elverişli bir devlet yaşamı olabilsin diye. Bu temel
hakların yanı sıra, onları varlıklarında sürdürmenin
şartı olan başka bir küme hak daha saymıştır: Sosyal ve
ekonomik haklar. Bu “şart-haklar” gerçekleşmedikçe öteki
ana haklardan faydalanıldığı iddiası sadece aldatıcıdır.
1973
Türkiye’si
1973 yılı insan hakları açısından Türkiye için yine
talihsiz bir yıl oldu. Sıkıyönetimden çıkıldığı halde
devlet, “kolluk rejimi” içinde kalakaldı. Ancak
totaliter rejimlerde görülebilecek haller aldı yürüdü.
Vatandaşları, 1950-60 arası dönemde görüldüğü gibi,
birbirlerine düşman gruplaşmalar haline itme girişimleri
ve baskı uygulamaları çoğaldı. Türk insanı korku altına
sokulmak isteniyor. İnsan haklarından, uğruna bütün bir
dünyanın ateşe atıldığı ve kanını akıttığı İkinci Dünya
Savaşının başlıca nedenlerinden biri olan “korkudan
kurtulma özgürlüğü”nden yoksun düşürülüyor. Yıldırma
yoları ile korkusuzluğa kavuşmaktan alıkonulan
vatandaşlar devletin Anayasasına sığınmış olanlardır. O
Anayasa Temel Hakların ve Özgürlüklerin güvencesi olmak
gerekirse de, karşılarına dikilen Anayasaya karşı zor
odakları vardır. Bunlar pervasız işleyen güçlerdir.
“Milliyetçiliği, muhafazakârlığı ve dindarlığı” saldırı
silahı yapmışlardır. Resmi yönetim üzerinde de baskı
kurma kampanyasını hiç ara vermeden yürütürler. Birçok
halde resmi kuruluş, gördüğü baskı etkisiyle kanunla
çizilmiş yoldan sapmakta, Hukuku savsaklamaktadır.
Kullanılan yöntem özgürlüğü boğmadır. Kendileri gibi
düşünmeyenleri kafir, münafık, bozguncu, dinsiz,
imansız, mukaddesatsız, revizyonist, komünist diye
çamurlamak metodudur. İnsan saygısı olmayan uygarlık
berisine sıkışmış geri toplum usulüdür. Bizans
sistemidir. Uygarsalcılığın tersidir. Atatürkçüler bunu
bilirler. Onlar Türkün insanlığındaki temel nitelikleri
geliştirme çabasını baş amaç tutanlardır. Atatürkçü
felsefenin insancılığı bunu gerektirir.
Kollukçu
Devlet
Devletin nasıl açıkça bir “kollukçu devlet”e dönüştüğü
yürütme gücünün yönetim katlarına verdiği emirlerden çok
kolay anlaşılır. Hele bakınız: “… yaz aylarında staj
yapacak olan öğrencilerin staj çalışmalarına
başlatılmadan önce, “Güvenlik Soruşturması Yönergesi”nin
3.maddesinin (g) fıkrasını tadil eden Bakanlar Kurulunun
… tarih ve … sayılı kararnamesine göre, Güvenlik
Soruşturmasının, İçişleri Bakanlığı (Emniyet Müdürlüğü)
tarafından yapılması gerekmektedir… Gereğinin buna göre
yapılması…”
Sözüm ona bir güvenlik tedbiri! Yönetenler memleketin
öğrencisinden şüphelenmekte ve korkmakta. Gammazlama ve
hafiyecilik oyunu!
Ama, eski anlamda “milliyetçilik” çoktan iflas etmiş,
yerini “uygarcılığa” bırakmıştır. Devlet, kendi gibi
devletlerden kurulu bir ailenin üyesidir. Hepsini bir
arada tutan “uygarlık”tır. Ailenin bir üyesindeki
aksama, bütün üyeleri tedirgin eder. İnsan, her yerde
aynı haklara sahip yaratıktır. Onun için, Türkiye’deki
olay hemen dışa yansıyacaktır. Demokrasi, batı uygarlığı
devletlerinin dışına da taşmıştır. Bunlar ailelerinin
tekmil insanlarını insan hakları ve özgürlükleri
yönünden denetlerler. Demokrasi bir yaşa üslubudur.
Yalnız temsil mekanizmasını işletmek demek değildir.
Aynı zamanda, temel değerleri güvence altında tutabilmek
için denetimde bulunmaktır.
Nitekim, Milletlerarası Hukukçular Birliği, 31 Ocak
1973’te Türk Başbakanına yazdığı muhtırada “Kanunsuz suç
olmaz” ilkesinin savsaklanmasından duyulan endişeyi
bildiriyordu. Olayların sürüp gelişi karşısında aynı
kuruluş mart ayında “Türkiye ve Hukuk Üstünlüğü”
başlıklı bir raporu dünyanın her yanına dağıttı.
Raporda, Türkiye’de insan haklarına saygı gösterilmediği
yazılıyordu.
İşkence
Memleket içi haberler de ulusal siyaset alanını huzursuz
kılmaktaydı. “İşkence” başta gelen konu olmuştur. 25
Ocak 1973’te Parlamentoda fırtınalı bir oturum yapılmış,
işkence konusu dolayısıyla Parlamento üyeleri sille
tokat brbirlerine girmişlerdi.
Milletlerarası resmi kuruluşlar düzeyinde görülen
heyecan ve sinirlilik bilinen bir şey. Ocak ayı
sonlarındaki toplantılarında Avrupa Konseyi asamblesi
Türkiye’nin demokrasiyi korumak uğrunda gereken durumu
takınmasını söz konusu etti ve asamblenin işe karışma
zorunda kalmasına meydan verilmemesini diledi. Çok kısa
bir süre sonra Fransız profesörleri, Türk arkadaşları
ile dayanışma içinde bulunduklarını ilan ettiler.
Milletlerarası yayın alanında Türkiye’de insan hakları
konusunu işleyen bilimsel incelemeler görüldü. “Revue de
la Commission İnternationale de Juristes” 9. sayısında
Prof. Soysal’ın Anayasa Hukukuna ilişkin bir kitabından
ötürü altı yıl sekiz ay; mahkemede onu savunan avukat
Alacakaptan’ın da altı yıl hapse hüküm giymelerini insan
hakları anlayışı ile bağdaştıramadığını yazıyordu.
Avrupa Konseyi mayıs toplantısında yine Türkiye’deki
durumu ele alıyordu. 14 Mayıs günü Türkiye’de demokratik
özgürlüklere saygı sorunu yeniden ortaya atıldı. Türk
delegeleri, şaşkınlıktan olacak, Türkiye’de siyasal
hükümlü bulunmadığını söylediler.
Yaz başlarında kendi gazetelerimizde “işkence”nin
Yargıtay kararı ile doğrulanmış olduğunu okuduk. Türkiye
Barolar Birliği Başkanı, “Korkunç işkenceler dönemine
girmiş bulunduğumuzu” açıklıyordu.
Sonunda, iki ferahlatıcı haber yayınlandı. Birinde,
askeri cezaevlerindeki sanıkların avukatları ile
görüşmelerinin artık dinlenmeyeceği; ötekinde, İzmir
Devlet Güvenlik Mahkemesinde başkanın bundan böyle
sanıklara işkence yapılmayacağı konusunda teminat
verdiği bildiriliyordu.
Güvenlik
Uygarlığın en önemli niteliklerinden biri “güven” içinde
yaşamadır. Birey, belirli düzende hangi durumda hangi
sonuç doğacağını önceden bilir. Böylece hem hukuksal
yaşam sürekli bir denge içindedir; hem de, birey, işini,
engelle karşılaşmaksızın yapabileceği güvenindedir. Bu
da, özgürlüğün maddesel koşuludur. Ve, bu koşulun polis
tedbirleri ile, kuvvet kullanma ile sağlanacağını sanmak
yanlıştır. Kanun tedbirleri de güvenliği sağlamaya
yetmez.
Güvenlik, geçmişte sınav vermiş bir kavramdır. Zor
tedbirlerine gidilmeksizin sağlanması gereği artık
anlaşılmıştır. Asıl sorun, güvenliği bozabilecek
hallerin belirmesi olabilirliğini yok etmektir. Yasak,
insanlık onuruna yaraşır bir yaşantıya kavuşamamış
kişiyi doğruluk dışı davranıştan alıkoymaz. Polis
devriyesinin hastaya ilaç sağladığı görülmemiştir.
Sosyal tedbirleri almazsanız yoksulluk sürüp gider.
Yoksulluk olan yerde ise, güvenlik olmaz. Güvenlik için
gerekli görülecek polisçi tedbir, demokratik bir toplum
yaşantısında caiz görülebilecek türden ise
yürütülebilir. Demokrasilerin mucizesi baskı yerine
insan haklarını getirmiş olmaktır.
Demokraside göz önünde tutulacak ikiz düşünce
“özgürlük-güvenlik” ikilisidir. Güvenlik, özgürlüğü
sağlamak içindir. Ve özgürlüğü sağlayabildiği ölçüde
vardır. Özel tedbire “güvenlik tedbiri”, “güvenlik
kanunu”, “güvenlik mahkemesi” gibi adlar vermekle iş
çözümlenmiş olmaz. Çünkü, özgürlük sağlamayan tedbir,
güvenlik değil, tedhiş olur.
Sonuç
İnsan gibi yaşayacağız. Yoksa, hayat, yaşanmaya değmez.
İnsan, kul olunca insan olmaktan çıkar. Elalem insanını
taassubun, gericinin, sömürücünün avı olmaktan
kurtarmanın savaşını veriyor. Biz de insanımızı,
kendilerine esir kılmanın hileli oyununu oynayanları
etkisiz hale getirmeliyiz. Davamız, insanımızın insan
gibi yaşamasını sağlamaktır.
İşte, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 25. Yıldönümü
sabahında kalemin ucundan dökülen birkaç düşünce. Şimdi,
hep birlikte düşünebiliriz.
|