VİCDAN HÜRRİYETİ ve LAİKLİK[1]
Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Profesörü
 

                İnsan olma hakkının ilk sonucu vicdan hürriyetine sahip olmaktır. Vicdan hürriyetini laiklikten ayrı bir kavram olarak incelemekten ziyade her iki kavramın karşılıklı ilişkilerini ortaya koymak konuya daha çok aydınlık getirecektir.

                Vicdan hürriyeti ve laiklik konusunu başlıca iki kısımda ele alabiliriz: Genel olarak ve Türkiye yönünden. Böylece, temel prensiplerin memleketimizdeki uygulanışı da belirmiş olur.

                Genel olarak bakıldıkta ilk göze çarpan nokta vicdanın dinsel inançlara dayanak olduğudur. Bununla beraber, soyut açıdan ve sadece felsefe yönünden bakmakla yetinilmeyecek olursa, vicdanın bir de devlet hayatı içindeki insanın bir vasfı gibi belirdiği görülür. Nasıl dinsel inanç vicdanda yer alıyorsa, vicdan sahibi varlık olan insan da devlet içinde yaşayan ve fonksiyonlar gören bir “vatandaş”tır.

Bazı hatırlatmalar

                Görülüyor ki insanı iki yönü ile ele almak gerek. Böyle olunca da iki şeyin bilinmesine ihtiyaç var: Din’in ne olduğu ve Devlet’in ne anlama geldiği.

                Din genel olarak ruhsal ihtiyaca aracı olan sistemdir. Gayesi ahret hayatını dünyadan hazırlamaktır. Din, ferde dünyadaki yoksulluğa ve sefalete tahammül etmek kudretini verir. Bunun için de tevekkül göstermesini, ölümden sonraki hayatta cennet mutluluğuna kavuşacağını anlatır. Din duygularının ve dinin yan görüşlerle sömürme aleti haline getirilmesine en çok insanların yoksulluktan kurtulamamış olduğu ortamlarda rastlanması ve bu halin geçerli ve ön planda oluşu bundandır. Din duygusu sosyal ve ferdi refah seviyesi yükseldiği ölçüde önemini kaybeder. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinde din mensuplarının tapınağa gelmesini sağlamak için tapınakta konserler ve danslı toplantılar tertip edilmekte oluşu da kanaatımızca bunu gösterir.

                Devlete gelince, devlet dünya yüzünde ferdi ve toplumu mutlu kılma aracıdır. Burada devleti gaye diye anlayan ve ele alan görüşlere yer vermiyoruz.

Modern devletin özelliği

                Devletle din tarihte rekabet halinde bulunmuşlardır. İlk devlet biçimi dinsel olduğu için zamanla din, devleti kendi başına bırakmak istememiştir. Taasup dinin silahı olmuş, din hayattaki her şeyi düzenlemek istemiştir. Galilée olayı malum. Din, vicdana boyunduruk geçirmek ister. Mücadele çetin olur. Çok kan dökülür. Sonunda, Machiavelli işi halledecek olan meşhur eserini yazar. Artık modern devlet anlayışı doğmuştur. Din, devlet içinde bir olaydır. Bir baskı aleti değildir. Uygarlık devletle olabilecektir. Devlet kendisi de baskı vasıtası değildir. Onun için devlet inanmayı da, inanmamayı da koruyacaktır. Çünkü vicdan hürdür. İster inanır ister inanmaz. Devlet inançlara göre vatandaşlar arasında ayırma yapamayacağına göre, ferdin vicdan tutumunun teminat bekçiliğini yapmak borcundadır. Bir dinsel inanca sahip olan kişi olsun, böyle bir inancı bulunmayan kimse olsun vicdanındakini dilediği gibi, etkiye veya baskıya uğramaksızın açığa vurabilecektir.

                Bu noktada bir hatırlatma yapmak yerinde olur. Vicdan hürriyeti yeni bir hürriyettir. Daha 1648 Vestfalya andlaşmasında “Cujus regio, Hujus religio” hükmünün yer aldığı görülür iken, Virjinya Demeci yayınlandığı zaman (1776) ilk olarak herkesin vicdanının emrine göre kendi dinsel inanışının isterlerini yerine getirmekte serbest olduğu esası ortaya kondu. Sonra, meşhur 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi şu hükmü getirmişti: “Hiç kimse, dinsel de olsa inançlarından dolayı kınanamaz” (Madde:10).

                Zaman geçti. 1789’un etkisi açık olarak kendini gösteriyordu. Din, devlet içindeki yerine yerleşmekte idi. Devlet vicdan hürriyetinin koruyucusu oluyordu. 1941’de Amerikanın Bayrak günü dolayisiyle Başkan Roosevelt “dört hürriyet”ten söz ederken başta inanç hürlüğünü sayıyordu. Vicdan serbestliği yalnız devlet iç hayatının değil, milletlerarası barışın da bir şartı olmuştu. Nitekim, Birleşmiş Milletler bildirisi daha başlangıcında Atlantik Demeci’ne atıfta bulunarak savaşla erişilmesi istenen zaferin gayeleri arasında “din hürriyetini koruma”yı sayacaktır.

İnsan Hakları açısından

                Savaş sonrasında meseleye daha kesin biçim verilmiştir: 1948’de “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” 18. maddesinde şöyle diyecektir: “Her kişinin fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak din veya inanç değiştirmek hakkını ve tek başına ya da topluca, kamu öğretimi veya özel öğretimle, başkalarıyla birlikte veya yalnız başına uygulamalarla ayin ve ibadetlerle dinini veya inancını açığa vurma hürriyetini gerektirir.” Bunun gibi, 1950’de “İnsan Hakları ve Temel Hürriyetleri Avrupa Sözleşmesi” de 9. maddesiyle şu hükmü koyuyordu: “Her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve açıkça veya hususi tarzda ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini tazammum eder.” (Resmi çeviri metni)

                Artık belirli hürriyet bir insan hakkının gereği olmuştur. Vicdan âlemi düşünce âlemi gibidir. İnanç, düşüncenin bir sonucudur. Nasıl fikir hürse, dinsel inanç ta öylece hürdür. Nasıl fikri serbestçe yayabiliyorsak, inancın da dolaşımını sağlamalıyız. Milletlerarası belgeler bu neticelerin imkânlarını hazırlamıştır.

                Bugüne doğru gelişte milletlerarası andlaşmaların etkisi ve değeri büyük oldu. Ama, yine de bazı milli ortamlarda din, devlet üzerinde hakimiyet kurmak denemelerine girişti. Siyasilerin din mensuplarıyla anlaşma kurmaları yüzünden modern zamanların en değerli kazançları tehlikeye girdi. O kadar ki, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunca hazırlanan sözleşme tasarılarından biri “Dinsel hoşgörmezlik” hakkında idi. Bu sözleşmenin ilk maddesinin son fıkrasında şöyle yazılı: “Din ile Devletin ayrılığı dinsel hoşgörmezlik demek olamaz.” (Nisan 1965)

                Aynı düşünce Avrupa devletleri arasında da kendini belirtmiş ve 25 Kasım 1968’de Avrupa Konseyi üye hükümetlere bir çağrıda bulunmuştur. Çağrı dine ve inanca dayanan her çeşit hoşgörmezliğin ve farklılık gözetmenin kaldırılması gerektiğini söylemektedir.

Din-Devlet ilişkisi

                Bir hatırlatmada daha bulunalım:

                Din ile devletin karşılıklı ilişkileri yönünden hangi esasın yürüyeceği meselesi ilk defa Jefferson tarafından bir formül ile hal şekline bağlanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası yapılırken Jefferson’un sözü şu olmuştur: “Anayasa, kilise ile devlet arasına bir ayırma duvarı örmek amacındadır.” Amerika Anayasası birinci değişiklik yapılırken Din ve Devlet ayrılığını belirtir bir hüküm getirmedi. Ancak, değişiklik yasama organına belli yasak yüklüyordu. Kongre, resmi bir din kurulması hakkında kanun yapamaz. Tarih 1791’dir. Yeryüzünde vicdan sahibi tek varlık olan insanla devlet arasındaki ilişkilerin inanç yönünden düzenlenmesi için gerekli formülü Amerikalılar bu anayasal hükümde bulmuşlardır. Amerikalılara göre devlet ferdin din inancına karışmayacaktır. 1791’de henüz kuruluş halindeki Amerika Birleşik Devletleri için bütün mesele çeşitli yerlerden gelme, türlü din inancına bağlı insanları yeni devletin kuruluşunda bir arada tutmak devletten işgillenmelerine meydan vermemektir. Amerikan Anayasasına konulan hüküm bu tasaya cevap verir.

                Türkiye’ye gelince:

                Türkiye’de durum başkadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası İnsan Haklarına dayanan demokratik Hukuk Devleti kurmaktadır. Demokratik Hukuk Devletinin şartı da “Laiklik”tir.

                Laik sözünün alındığı kaynak Fransızcadır. Ama, sözün kökü eski Yunancadan gelir. Eski Yunancada “Laos” halk demektir. “Laik” sözü “Laos”tan türetilmiş bir sıfat. Halka ait, halkın olan, halka ilişkin anlamında. Maksat, din ile bir ilgi bulunmadığını söylemek. Halk yalnız devlet hayatının canlı unsurudur. Halka ait olan, başka şeyle bağlantıya sokulmayacaktır. Şu halde, “Devlet laiktir” demek devlet halka aittir, siyasal varlık olarak halkla ilgilidir; dinin burada yeri yoktur demektir. Yukarda da belirttiğimiz gibi laiklik anlayışı modern devletle belirmiştir. Modern devlet düşüncesinden çok sonra yapılmış olmakla beraber Osmanlı devleti Kanun-u esasisi (1293-1876) devleti din devleti olarak örgütlemekteydi. Gerçi, mesele bilinmiyor değildi. Hatta, Sait Paşa lahiyasında devletin dini için hüküm bulunmuyor, hükümdarın “yemin” formülü de dinsel karakater taşımıyordu. Fakat, Anayasaya tasarı olan metin (din) üstünlüğünü gerektirmekteydi. İkinci Meşrutiyet değişikliklerinde dinsel faktör daha açık bir rol almıştır. “Ahkâm-ı şer’iyye”nin uygulanması gereği anayasal kural olarak belirtilmiştir. Kanun yapılmasında “Fıkıh” esaslarına uyulacaktır. Bir kimse “şer’i” sebeplerle tutuklanabilecektir. Yürütmede zaten şer’i hükümlere göre iş yapılır. Devletin dini vardır. Bu din, İslam dinidir. Din ve mezhep işlerinde eşitlik yoktur. Müslüman unsura üstünlük tanınmıştır.[2] Yargı görevi iki çeşit mahkemeye verilmiştir. Müslüman olmayanların adalet kapıları ayrıdır.

Milli Türk Devletinde

                “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin kuruluşundaki özelliği meydana getiren “batılı devlet” karakteri devletin “modern devlet” şemasına uymasını ve bundan ötürü de devlete dinsel bir yön vermesini emrediyordu.

                Türk devleti kurulmakta iken devletin temel yapısını ve ana çizgilerini gösteren anayasa (1921 Anayasası) devletin dininden söz etmez. Dini devletin emri altına sokar: “ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizi” siyasi iktidarın yetkisi içine konur. Memleket insanının Osmanlı devleti devrinde alışkın olduğu dinsel yaşama biçimi gider yerine, dinin herhangi bir baskı kaynağı olamayacağı bir vicdan hürriyetine göre yaşama biçimi gelir. Devlet yapısı içinde dinsel otorite diye bir şey yoktur. Halifeliğin kaldırılması ile Türkiye devletinin modern karakteri güzelce belirmiştir. Fert, ana babasının dahi etkisi altında tutulmak istenmez. Medeni rüşt yaşını doldurur doldurmaz kendi dinini, kendi vicdan inancına göre yine kendisi seçer.

Laiklik anlayışı

                Beri yandan, devlette temeline otur. Devlet laiktir. Çünkü batılı olacaktır. Uygar olacaktır. Bunun için devrimci olmak zorundadır. Bunun da şartı laikliktir. Gerçekten, devrimciliğin hareket noktası batılı olmayan şeylere yer vermemektir. 1923 yılında Adana’da söylediği bir nutukta Atatürk laikliği anlatıyor: “Dini siyasete ve herhangi bir tahrike vesile etmeğe asla müsamaha etmemektir” diyor. Bu formülde üç özellik var:

1.     “Laiklik, radikal bir davranıştır. (Dinin siyasete karışmasına hiçbir suretle göz yummamak.)

2.     Din, dinden başka hiçbir şeyle uğraşamaz. (Siyasete karışması mümkün olmadığı gibi, herhangi bir tahrike de bahane tutulamaz.)

3.     Dinin dinden gayrı bir işe karışmamasını sağlamak devletin görevidir. (Devleti idare edenler bununla ödevlidirler.)

Laikliğin Türkiye için devlet temel prensibi olarak kabulünde zaruretler vardır.

Birincisi: Milli Türkiye devletinin kuruluşundan önce bir başka Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğu siyasi hayatta dinsel etkiler yüzünden yok olup tarihe gömülmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışındaki asli sebep siyasi iktidar üzerindeki dinsel etkidir. Akıbetin tekrarlanmaması için alınacak yegâne tedbir laiklik olabilir.

İkincisi: Yeni Türkiye devleti “halk hareketi” ile kurulmuş “milli” bir “ihtilal devleti”dir. Halk kendi kendini yönetecek. Vatandaşlar hür olacak. Bunları sağlayabilmek için “batı değerleri” alınacak ve benimsenecek. Yeni alışkanlıklar yerleşecek. Sağlam ve rakipsiz bir siyasi otoriteye kesin ihtiyaç vardır. Egemenlik, Osmanlı İmparatorluğundaki gibi hükümdarda ve islamda değildir. Egemenlik millettedir. Bunun ifadesi de “Laik devlet”ten başka bir şey olamaz. Zira, laik devletin karakteri “ilerleme yeterliğine sahip bir milli devlet” oluşudur.

                Üçüncüsü: İslamı kurtarmak gerekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte İslam da ölmekte idi. Din devletle o kadar ayniyet haline gelmişti ki, biri yok olunca öteki de ortadan kalkıyordu. Halbuki, islamın aynı zamanda devlet olmak veya devleti hakimiyeti altında tutmak iddiasını taşımak gibi çok tehlikeli zaafı yanında bazı üstünlükleri vardı. Gayet sade bir dindi. Tanrı ile fert arasına kimseyi sokmuyordu. İbadeti basit hale getirmişti. Külfet yüklemiyordu. Bu vasıflardaki bir din sistemini ona inanmakta olanlara gönül güvenliği verecek halde teslim etmeli idi. Dinin devletle aynı şey gibi yaşamasının mümkün olmayacağı görülmüştü. Dine kendi yaşama şansını vermek ve devleti ebedi kılmak şarttı. Bunun da tılsımı yine laiklik olabilirdi.

Hukuki yönden

                Laikliği hukuki muhtevasında anlamak için, iki ayrı açı ele alınmalıdır: Devlet açısı, vatandaş açısı.

                Birinci açıdan laiklik her şeyden önce vicdan hürriyetinden faydalanmayı sağlar. Vicdan hürriyetinin garantisini meydana getirir. Laik olan devlet inançlar önünde tarafsız olduğu için fertlerin vicdan hürriyetlerinden faydalanmaları da o ölçüde artmış olur.

                Bundan başka, laiklik devletin herhangi bir dinsel tercih yapmasına engel olduğu için inançlar arasında eşitlik kurulmuş olacağı gibi kişi hürriyetlerinin şartı olan fertlerin kanun önünde eşitliği amacı da gerçekleştirilmiş olacaktır.

                Ayrıca, laiklik sayesinde devlet hayatına ilişkin kamusal işlemler akılcılığın gösterdiği objektif değerlendirilmelere konu olacak ve dinsel ölçülere göre geçerlik ya da geçmezlik ölçümlemelerine bağlanmayacaktır.

                İkinci açıdan, laiklik vatandaşa vatandaş sıfatı ile yaşantısında ve davranışlarında din faktörüne bağlı kalmaktan kurtulmayı sağlar. Böylece gerçek hürriyete daha çok yaklaşmak şansı olur. Hürriyet bir anlamda kişinin kendi kaderini kendi kendine çizebilmesi (Anayasa, madde: 14, fıkra: 1) olduğuna göre, devlet siyasal hayatında din faktörünün uzağında bulunmaktaki isabet açıktır. Dinin kadercilik özelliği karşısında laikliğin akılcılık vasfı taşımakta oluşu laiklik sayesinde devlet hayatının insan eliyle ve kendi eseri olarak meydana gelmesinde en önemli rolü oynamaktadır.

                Öte yandan laiklik ilkesinin devlet hayatının temellerinden biri olması sayesinde vatandaş devlet hayatında kendi iradesinin katkısı ile meydana gelmiş olan siyasi otoriteden gayri bir otorite etkisi altına girmemektedir.

                Daha, devlette tahakkümü önlemektir. Bununla güdülen amaç devlet idaresinde dinsel sorumların dahi devlet hayatına yansıyan bütün yönlerini gerektiğinde devletin düzenlemesidir. İşte, bunun içindir ki birçokları laikliği dış görünüşünde din işi-devlet işi ayrımı diye belirtmek yolunu tutmuştur.

                Ancak, bu biçim görüşteki gerçek maksadın ne olduğunu iyice anlamak gerekir. Bunun için de laiklik konusundaki genel anlayışla Türk laiklik anlayışını bir daha özetlemekte fayda görürüz.

                Genel laiklik anlayışının en açık örneği ABD’lerinde görülür. Amerikan düşüncesinde laiklikle güdülen amaç kişiyi vicdan âleminde rahatsız etmektir. Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesinin pek çok kararı bu amacı belirtir. Son yıllarda Maryland federe devletinde noter olacak kimselerin göreve atanmazdan önce Tanrıya inançlarını açıklayan bir and içmelerini gerekli gören bir kanun çıkarılmıştı. Yüksek mahkeme bu kanunu kişiyi vicdanında rahatsız etmek amacını göz önünde tutan anayasaya aykırılık nedeni ile iptal etmişti. Bunun gibi, New York ilkokullarında sabahları derse başlamadan önce yapılan toplantıda Tanrıdan koruma istenmesi için dua edilmesi hakkındaki karar yine Yüksek mahkemece iptal edilmiştir. Fransız Danıştayının da bu yönde çok kararı vardır.

                Görülüyor ki, laiklik ilkesi ile elde edilmek istenen şey vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır.

                Türk laiklik anlayışı yukarıda genel çizgileri ile belirttiğimiz anlayıştan daha geniş kapsamlıdır. Zira, İslam yönünden Türkiye’nin özel bir durumu vardır. Gerçi Türkçede “Eve lazım olan, Mescide haram!” diye bir atasözü vardır ama, Türkiye Cumhuriyetinden önceki Türk Devletlerinde ve hele Osmanlı Türk devletinin son zamanlarında buna itibar gösterilmemiş ve Devlet dine râm olup erimiştir.

Sarsıntılar

                Milli Devletin cumhuriyet olarak yeni bir devlet biçiminde kuruluşuna laiklik düşüncesi temel olmuştur. Bununla beraber, Cumhuriyet döneminde de geriye dönme teşebbüsleri görülmüştür. 1925’de Erzurum’da sarıklılar ayaklanması; sonra, Nakşibendîlerin dini kurtarmak için ayaklanmaları; 1930’da Maraş’ta şapkaya karşı başkaldırma; 1933 Bursa; 1935 Siirt isyanları; son yıllarda Konya, İstanbul, Kayseri gibi şehirlerde görülen kalkışmalar laikliğin bir değerlendirmeye konu tutulmasını gerektirecek önemde olmuştur.

                Görünüşte hepsi de din adına ortaya çıkan hareketlerin ortak niteliği uygarlaşma çabası içinde bir toplumu geriye götürmeye zorlamasıdır. Bu zorlamanın laikliği hedef tutması laikliğin Türkiye için ilerici ve ilerletici hassasından geliyor.

                Türkiye Cumhuriyetinin onu başka devletlerden ayıran özelliği Milli iradenin vasıf taşımayan herhangi başka bir etki altına girmemiş bir hür insanlar siyasi toplumu yaratmak istemesidir. Bu maksada erişebilmek için devlete temel yapılan ilkeler arasında laiklik en verimlisi olmuştur. Bu ilkenin uygulamada gerçekleştirebildiği ölçüde daha önce topluluklar arasında sık sık görülen ve kötü inanç farklarına dayanan inançlar arası kini ve husumeti ortadan kaldırdığı, hürriyeti getirdiği ve böylece toplumu çağdaş uygarlığa yeterli kılma yolunda eğitmiş olduğu açık bir gerçektir. Laikliğin Türk uygulamasında taşıdığı belirli karakter ilericiliği sağlar.

                Türkiye’de laikliğe karşı hareket 1946’dan sonra açık olarak su yüzüne çıkmıştır. 1946 sonrası taktiği yalnız Türkiye’de görülen bir tarz olmuştur. Cumhuriyetin gücü karşısında “İstemezük!” lerle veya zorbalıkla sonuç alınamayacağı görüldükçe, yani devlet kendi haysiyeti gereği gücünü tanıtabildiği müddetçe gerici kuvvetlerde daima bir sinme görülmüştür.

Dinci taktik: a) Hükümeti kullanmak

                1946 sonrasında uygulanan tertip, laiklik karşısına vicdan hürriyetini çıkarmak olmuştur. Bu tertipte laiklik vicdan hürriyetini yok eden bir vasıta gibi gösterilmiş ve bundan faydalanılarak gericiliğe bir geçit bulunmasına çalışılmıştır. 1946 sonrası hükümetlerinin tertibe alet olduklarını söylemek yanlış olmaz. Nitekim, Türkiye’de 1950’den sonra, din, açıktan açığa devlet siyasi hayatına el atmıştır.

                Laiklik aleyhtarlığı ile güdülen amaç Türk Devrimlerini ortadan kaldırmaktır. Bu amaca açıkça yönelinemediği için dolambaçlı bir çare seçilmiş ve laikliğin gerektirdiklerinin zıddını yapmak ve yaptırmak yolu tutulmuştur.

                İlk hedef Türk insanını eğitim ve öğretim nimetlerinden yoksun bırakmaktır. Bunun için de eğitim ve öğretim alanında devletin haiz bulunduğu otoriteyi yaralamak ve önemden düşürmek gerekir. Devlete bu alanda otorite sağlamış olan yeniliklerin başında (Tevhid-i tedrisat kanunu) gelmektedir. Bu kanuna karşı cephe almak Cumhuriyeti ve onun ardında devleti inkâr demek olacağı için yapılacak şey bu kanun mevcut değilmişcesine hareket etmektir. Kanunun sağlamak istediği birliği bozmak ve bunun yerine bir ikilik yaratmak arzulanan ilk maksada yetecektir. En iyisi bunu sorumlu hükümete yaptırmaktır. Onun içindir ki, hükümet kararı ile bir kısım okullara din dersleri koydurulmuştur. Bununla öğretim birliğine zarar gelmemiş gibi iş görülmüş ise de, gerçekte (hükümet eliyle) Anayasaya aykırı bir iş yapılmış ve bu yüzden müeyyideler de işlemez olmuştur. Bundan başka, yine bu sıralarda ayrıca bir takım aykırılıklar belirmiştir. Herkes Atatürkçülük iddiasına kalkışmış, ama fiiliyatta dinciliğe prim verilmesi yüzünden Atatürk aleytarlığı almış yürümüştür. 1950’lerin göze çarpan özelliği yukarda da işaret olunduğu gibi dinin devlet siyasi hayatına açıkça el atmış olması, hükümet üzerinde vesayet iddia etmesi ve anayasa düzenini yıkmak için laikliğin dinsizliğe eşit olduğunu ve vicdan hürriyeti yokluğu anlamına geldiğini kabul ettirmeye çalışmasıdır.

                1950 genel seçimlerinden sonra miletçe iktidarın kendilerine emanet edilmiş olduğu demokratlar aynı temayı işlemişler, ezanın Arapçaya döndürülmesinden başlayarak tarikatlara göz yummak, kur’an kursları açtırmak gibi çeşitli işlemlere yönelmişlerdir. Bu yöndeki tutum aradan 1960 ihtilali geçtiği halde 1968’de artık Cumhuriyet Hükümeti Başkanının İslam Enstitülerinin besmeleli açılışlarını yapmasına kadar varmıştır.

b) Tapınakta yuvalanmak

                Bugünkü durumda gericiliğin önde gitmekte oluşu toplumun günlük yaşantısında akıl dışı ve hukuka sığmaz bir takım varsaymaları memleket insanlarını, bir tarafta dindarlar ve bunlar karşısında dinsizler veya Allahsızlar diye birbirine düşman iki bölüğe ayırmak suretiyle vicdan hürriyetine cepheden bir tasallut şeklini almıştır. 1968’in yaz ortasında toplum hayatının göstergesi Türkiye’nin kaderini mabedin çizeceği şeklindedir. Gerçekten işlenmekte olan temalar: 1. “Müslüman Türk Milleti”, 2. Komünizmle savaş, 3. Ahlakı kurtarmaktır. Bunlar hep tapınaklarda ve oralardan taşırılmak suretiyle sokaklarda işlenmektedir. Temaların propagandaları için tapınakların seçilmiş olmasının nedeni buraların bir çeşit dokunulmazlık altında bulunuşudur. Bu durum arkasında Türkiye, anayasal düzenini kuran 1961 Anayasasına rağmen, bir ortaçağ toplumu görüntüsüne boğulmaktadır. Sosyal düzen içinde sayısı 40 bini aşan İslam tapınağı yanında 26 bin okul vardır. Düşünce alanına gelince, tarafsız bir gazetenin bile bastığı yazıların üçte birinden çoğu din ile ilgilidir. Buna karşılık dünya sorunlarına ayrılan yer bunun üçte biri kadardır. Görülüyor ki, okuma yazma bilen vatandaşlar için dahi ahretle olan ilgi dünya ile olan ilgiden üç kat fazladır. Başka bir deyişle Müslüman olan vatandaş beş ölçü üzerinde iki ölçü yaşamakta, üç ölçü ise ölmektedir.

Güdülen amaç

                Mabede dilediği gibi at koşturabileceği mükemmel bir sığınak bulan gericilik kampanyası Cumhuriyeti yok etmenin ancak laikliği yıkmakla kabil olabileceğini çok iyi bilmektedir. Hilafetin geri getirilmek istenmesinin nedeni onun yerini laikliğin almış olmasıdır. Şimdiki taktikle Türkiye Cumhuriyeti Devletinden öncesine dönülmek istenmektedir.

                Öte yandan, İslamın, sosyal hayata tahakküm etmeye kalkışması Türk Devrimlerini cepheden yıkmak neticesini doğurmaktadır. Sosyal hayat ortamı içinde takkelere, sarıklara rastlanması Anayasanın 153. maddesi hükmü ile saklı tutmak istediği değerlere fiilen karşı koyma anlamını taşır. Bunun gibi, sosyal hayatın oluşmakta bulunduğu açık ortam içinde İslamın kendini zorla kabul ettirmek istemesi İslam tapınaklarında ibadete davetin dininin emretmekte olduğundan başka biçimde ve dinin güttüğü amaçtan büsbütün farklı bir amaçta yapılmasına sebep olmakta, Müslümanların mabede çağrılmasını sağlayan ezanı, hem memleket halkının ana dilinden gayri bir dilde ve hem de dinin isterlerine aykırı olarak insan sesini başkalaştıran ve gürültü haline getiren hoparlörlerle yapmaktadır. Bu biçim tutumlar arasında kadına genel yaşantı içinde din adına reva görülmekte olan davranış beşeri sayılamayacak olduktan başka hürriyet anlayışı ile ve Türk milli gelenekleriyle asla bağdaşmayacak bir durum içindedir. Okullara ibadet hürriyetini yok edecek müdahaleler yapılması, devletin kamu hizmeti görülen resmi daireleri içinde tapınaklar kurulması ve kamu hizmetinin din gereklerine tabi tutulması siyasi otoriteyi çok kolay yıkma yollarındandır. Bütün bunlara ayrıca çeşitli yayınları eklemek gerekir. Düşünme ve düşünceyi açıklama hürriyetinden faydalanma hakkı arkasına sığınmak suretiyle yapılan bu yayınlar telkin ettikleri safsata ile fikren yetişkin olmayan okuyucuyu kolayca akıldışı bir alana yuvarlayabilmektedir.

                Bu sistemli hareketin amacı “Türk”ü “İslam”ın içinde eritmektir. Artık devlette amaç İslam olmuştur. Türk sadece bu amaca erişme vasıtası durumuna sokulacaktır.

Aksiyon yolları

                Neticeyi elde etmek için (Devlet) i (Din) in içinde yok etmelidir. Bu da ancak vicdana baskı ile olabilir. En ve kestirme yol, maksat uğruna bizzat devletin kuruluşlarını ve kurumlarını kullanmaktır.

                Girişilen faaliyet iki odakta toplanıyor. Biri, devletin resmi kuruluşları içinde yer almış bulunan dini merciler ve Müslüman din adamları eliyle etki sağlamak; öteki de milli eğitim kuruluşları içinde baskı yaratmak.

                Dinsel kuruluşlar devlet anayasal kuruluşları üzerinde manevi korku veya hiç değilse bir çekingenlik yaratabilmek için olmadık çarelere başvurmaktadır. Bu arada, imam-hatip okulları mensuplarının devletin Milli Eğitim Bakanına kur’an armağan etmeye kalkışmaları ve üstelik din kitabını Türk bayrağına sarıp vermeleri, İmam Hatip Okullarından diploma alanların Üniversite Fakültelerine sokulabilmeleri için bir takım zorlamalara kalkışması, çeşitli zamanlarda yapmacık dindarlık gösterilerinin sokağa taşırılması, her çeşit okullar içerisinde dinsel telkinlerin sürekli olarak yapılması gibi olaylar ibret vericidir. Bu olayların altında yatan şey Türkiye’de bir din devleti kurulması çabasıdır ve başlıca iki esastan hareket olunmaktadır. Bu hareket noktaları aynı zamanda neticedirler:

1.     Din, siyasete alettir.

2.     Devletin temel düzeni dinsel olmalıdır.

Nitekim, kendisine (Hizbüttahrir) adını veren gizli bir yuvalanma Türkiye için bir İslam devleti anayasası meydana getirmiştir.

İktidarın gafleti

                Olayların bu görünüşü alması karşısında batılı, ilerici ve gerçek vatansever çevreler çeşitli tepkiler göstermişlerdir. Devlet hayatını dinsel düzene sokmak isteyenler bu tepkilere karşı akıl yönünden hiçbir geçerli düşünce ileri sürebilmiş değillerdir. Bunların anayasal ve kanunsal düzene açıkça karşı ve herkesin gözü önünde davranışları siyasi iktidarın herhangi bir hareket göstermesi sonucunu doğurabilmiş değildir. Siyasi iktidarı ellerinde bulunduranlar şöyle düşünmektedir: “Laikliğe karşı hareketler yirmi beş yıldan beri sürüp gelmektedir. Fakat Devlet yine ayaktadır. Demek ki, laikliğe karşı gibi görünen bu hareketlerle aslında din, devlet içinde layık olduğu yeri almaktadır. Mademki vicdan hürriyeti vardır, buna katlanmak gerekir. Vicdan hürriyetine saygı göstermek zorunda olan demokrasi devletinde bu gibi olaylara karşı çıkmaya yer yoktur.”

                Bu biçim düşüncenin ağırlığını uzun boylu tartmak gerekmez ise de ortada sorunu bütün çıplaklığı ve gerçek değeri ile anlayabilmek için Atatürk’ün (Hukuk Mektebi)ni açışta yaptığı uyarmayı hatırlamak gerekir. Bizim davamız, devletin, taasubu ve yobazı istediğini yapmakta kendi başına bırakıp bırakmıyacağıdır. Bunu tarihteki örnekleri ile yakından bilen Atatürk devlet yöneticilerinin taassuba ve yobaza karşı amansız davranmasını zaruri görmüş, uygarlık kanunlarının benimsenip yürütülmekte olması ile yetinilmemesini, çünkü devrimlerin yüceliği önünde kabuklarına çekilenlerin devlet yöneticilerinin en küçük gafleti halinde yeniden ortaya çıkıp yıkıcı faaliyete geçeceklerinden şüphe olunmamasını söylemiştir.

Hayallenen düzen

                Atatürk’ün bu düşüncesindeki isbaet de ortadadır. Gerçekten, din devleti kurmaya kalkışanlar bunun her şeyden önce vicdan üzerinde bir ipotek kurulmaksızın mümkün olamayacağını çok iyi bilmektedirler. Din devleti kurmak isteyenlerin Türk insanını gelişme göstermekte bulunuduğu uygarlık yolundan çevirip değiştirmek gerektiğini bilmektedirler. Ancak, bu değişmenin yalnız totaliter bir devlet sistemi kurmakla mümkün olacağını da anlamışlardır. Türk insanı (mümin) olacaktır. Sonuca varıldığı zaman mümin de (cemaat) içinde eriyecektir.

Gerçekleştirme çareleri

                Bu totaliter sistemin iki temele dayanması gerekir:

1.     En büyük anayasa (ku’an) dır. Fakat, yaşamakta olan Türk devleti anayasa üstünlüğüne dayanan bir devlettir. Şu halde, kur’anın üstünlüğünü kabul ettirecek yoğun bir mistisizm propagandasına girişilmelidir.

2.     İslami olmayan her şey (komünist) tir. (Komünist) i bulup meydana çıkarmak için gizli polis kurulmalıdır. O sayede tehlike ortadan kaldırılmış olur. Şu halde, komünizme karşı tek yol (İslam) dır.

Burada bir değerlendirme yapabilmek için “Türkiye”nin (İslam) karşısındaki “özel durumu” na bakmak gerekir.

İslam âlemine göre islamın sağlam bir örgüte sahip olabilmesi Türk Devletinin (şeriat) a dayanmış olmasına bağlıdır. Türkiye’nin vesayeti altında bulunmayan bir islamın sağlam bir örgüte de sahip olamayacağı kanısı İslam devletleri adı verilen devletler yöneticilerinde açıklanmayan bir genel düşünce halindedir. Bu yöneticlerin ve onların arkasındaki din adamlarının amaçları Türkiye’yi bir şeriat devleti görmektir. Bu amacı sağlamanın çaresi:

Önce, Türkiye’de Ortodoks, mutaassıp bir Müslüman zümre yaratılması ve bu zümreye (şeriat) istetilmesi;

Sonra da, Türkiye’den şeriatın kaldırılmış olması ile yerleştirilmiş bulunan yeni değerlerin yok edilmesi. Bu son çare laik Cumhuriyetin kaldırılması ile gerçekleşecektir. Gerçekleşmeyi sağlamak için de bir yandan gençliği, öte yandan orduyu saf dışı bırakmak zorunludur. Gerçekten:

a)     “Gençlik” rejimin emanetçisidir. Vatanı kurtaran ve devleti kuran adam Cumhuriyeti ona emanet etmiştir.

b)     “Ordu” denemelerden geçmiş en büyük silahlı kuvvettir.

Bu iki değer bir yana itilmedikçe İslam devleti kurulamaz. Gençlik ve ordunun ortadan kaldırılmasına imkân bulunmadığına göre, izlenecek yol bu iki değeri şeriatçılara maletmektir. Gençliğin toplu ve kalabalık bulunduğu yüksek öğretim kurumları içinde gerekli su altı propagandasını hiç aksatmadan yürütmeli ve orduya girmeğe çalışılırken onun İslami bir değer olduğunu yaymak yolu tutulmalıdır. Bir taraftan komünizme karşı tek yolun İslam olduğu söylenirken, öte yandan “Komünist kurmuş pusu, hazır ol Türk ordusu” gibi tekerlemelerle ordu zihinlerde islamla eşit hale sokulmaya çalışılmaktadır. Fakat, ordunun da çekirdeğini meydan getiren gençlik olduğu için daha çok onun üzerinde durulmalıdır. Gençliği istenilen biçime sokacak ifsadın içine düşürmek için iki yol vardır:

1.     Gençliği eğitmemek. Bu da genci ve hele yarının genci olacak çocuğu okula göndermemek, okul yerine bir başka kuruluş koymak ve çocuğun o kuruluşa gönderilmesini sağlamak; sonra, okulu istetmemek; bundan başka, okul programlarını pozitif alanlar dışına itmek yolu.

2.     Uygur eğitim görmüş veya görmekte bulunan genci etkilemek yolu. Bu ikinci yol genci suçlamak yoludur. Gence “Allahsız, komünist” ithamında bulunulacak ve din alanına girmesi sağlanacaktır. Gayeye varmak uğrunda her türlü çareye başvurulması caizdir. O kadar ki, “Önce müslümanım, sonra Türküm!” gibi bir yavenin ortaya atılmasında bile hiçbir beis görülmez. Tapınaklara giden gençlere aşılanan budur. Bu biçim sloganlarla Sovyetler Birliğinin Çekoslavakya’yı işgal sırasında parola diye ortaya sürdüğü (önce komünizm, sonra milliyetçilik) formülü arasında ilişki bulmamak imkânsızdır.

Gericilik

                Yukarıda sayılan haller (gericilik) tir. Başka deyimle (irtica) dır. Atatürk irticaı şöyle nitelemişti: “Her faydalı ve yeni şeye karşı çıkan menfi kuvvet” (Adana nutku, 1923). Her ülke için olduğu gibi Türkiye için de irticaın panzehiri (laiklik) olmuştur. Zira yeniliğe ulaşabilmenin yolu odur.

                Gericilik insan haysiyetini yok eden bir tutumdur. İnsan haklarına karşı hoşgörme alışkanlığını ortadan kaldırır. İnsan haklarının dayanmakta oılduğu felsefe temeline karşı bir suikast olarak belirir. Karısına zorla çarşaf giydirmek, çalışmasını yasaklamak ve evden dışarı çıkmasını engellemek isteyen bir Türk işçisine, önüne çıkarıldığı Federal Almanya hâkimi “Memleketiniz bir batı uygarlığı devletidir. Siz Türkü temsile layık değilsiniz!” demiştir.

Teşhis

                Türkiye’de vicdan hürriyeti adına oynanmakta olan oyunu iyice görmek gerekir. Burada da her hastalıkta olduğu gibi önce teşhis ile işe başlamak yerinde olur. Türkiye’de devlet hayatına dini karıştırma gönüllülerinin ne için böyle bir işe girişmiş olduklarının nedeni araştırılmalıdır. Zira, Türkiye’deki hastalığın teşhisi şudur: Hür insanlardan kurulu bağımsız bir Türkiye’nin varolması istenmemektedir. Bunu istemeyenler aslında bizim dışımızdadırlar. Ve Türkiye’deki gönüllüler –belki farkında olmadan- yabancı emellerin aleti haline gelen bahtsızlardır.

                Bağımsız bir Türkiye’nin kendilerini rahatsız etmekte olduğu iki kutup görülür. Bunlardan biri Rusların teşkil ettiği kutuptur. Sovyetler Birliği’nin Türkiye karşısında onu bir nüfuz ve etki altına sokma davası vardır. İkinci kutup Arap dünyasının teşkil ettiği kutuptur. Araplar için Türkiye üzerinde bir kültür üstünlüğü kurmak ve böylece Türkiye’yi Arap emellerine vasıta kılmak davası vardır. Türkiye için dikkate değer olan bağımsızlığını hedef tutan bu harekette her iki kutubun birlik halinde iş görmekte oluşudur. Gerçekten, Moskova ile Arap dünyası arasında Moskova’nın Arap âlemine girme siyasetinden doğan özel bir ilişki vardır. Bu ilişkiden de faydalanmak suretiyle Sovyet siyaseti Arap topluluğunu kullanarak Türkiye üzerinde sonuçlar elde etmeyi ihmal etmez.

                Sovyet-Arap cephesinin Türkiye üzerindeki etkileme kampanyası yedi nokta üzerinde kendini gösterir. Bu alanlar din öğretimi kuruluşları, tapınaklar, yüksek öğretim kurumları, kahvehaneler, askeri mahaller, umumi mahaller ve nihayet sokak ortamlarıdır. Bu durum karşısında Arab’ın Türk’e karşı açmış olduğu özel bir savaş vardır. Savaşçının hedefe karşı kullandığı başlıca silahlar bir yandan kutsal kitap, öte yandan da tapınağa çağırı (ezan) yollarıdır. Özel savaşın hedef aldığı kurumlardan ordu üzerinde ayrı bir etki kurma çabaları görülüyor. 12 Kasım 1968 günü İmam Hatip Okulları Öğrencileri Derneklerinin askeri okullara din dersleri konulması için müracaatta bulunmaları bunun tipik örneğidir. Nitekim, dinsel öğretim kurumlarının önayak oldukları mitinglerde göze çarpan karakter orduya kuyruk sallamalarıdır. Bu arada garip bir tecelli ile yine bir 31 Mart gününde ve fakat bu sefer 1968 yılının 31 Martında yapılan mitingte “Yaşasın ordumuz, islamiyettir yolumuz!” temposu ile ve (tekbir) lerle yürüyüş yapılmıştır.

                Türkiye’nin izlediği yol üstünde kurulmakta olan tuzak artık bellidir. Bu tuzak din yolu ile esarete düşürülme tuzağıdır. Bu teşebbüste başarı sağlanabilmesi için karargah yapılan yer dokunulmaz sanılan (mabet) tir.

                Yıkılmak istenen şeylerin en başında rasyonel düşünüşün temsilcisi olan üniversite gelmekte. Bu bakımdan savaşın ilk aşaması din sahtecisi ile üniversiteli düşünce arasındadır.

                Dikkate değer olan, bugünkü Tunus, Fas, Libya, Cezayir, Suriye ve Mısır gibi nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde Atatürkçü düşünceden esinlenme ile din ve devlet karşılıklı ilişkilerinin batılı görüşe göre düzenlenmesine çalışılmakta olduğudur. Bugün bu ülkelerde ve hele Lübnan gibi devletlerde kadın, batılı düşünceye uygun bir durumda yaşatılmaya gayret edilmektedir ve hayat anlayışı, “Time” dergisi yazarının yaptığı gözleme göre, şu formül içinde anlatılabilir: “Fani dünyada dolgun kazançlı bir iş, yarın ahrette hurilerle dolu bir cennetten evladır”.

Sonuç

                Hemen çıkarılması şart olan sonuç, siyasallaşmış bir islamın Türkiye Cumhuriyeti’ni umulmayacak kadar kısa bir zaman içinde yıkacağıdır. Zaten dikkat olunursa bütün çabalar memleket insanını zehirleme ve uyuşukluk içine sokma üzerine toplanmıştır. Bu durumun suçlusu, bizce, din adamı değildir. Din adamı günlük geçim ihtiyacı derdinde ve bundan dolayı da midesi ile bağlı bir adamdır. Onu avlamada en kestirme yol mide yoludur. Asıl suç, siyasi iktidar sahiplerindedir. Siyasi sorumluların Türkiye’yi kemirmekte olan bu duruma göz yumulamayacağını anlamaları gerekir. Bilmelidirler ve bilinmelidir ki, vicdan hürriyeti devletin laikliğini sağlamanın bir şartıdır.

                Türkiye Anayasa gelişmelerimiz yönünden yeni bir aşamaya, (Hürriyetler) çağına girmiştir. Laiklik de hürriyetler düzeninde bir değerdir. Şayet hürriyeti siyasi iktidarın anlamakta olduğu gibi herhangi bir müdahale yokluğu anlamında ele alacak olursak, laikliğin Türk Devletinin temel ilkelerinden biri olmasının hikmeti kalmaz. Gerçekten de “mademki hürriyet vardır, o halde laiklik yoktur” diye düşünülebilir. O takdirde büyük günah ve büyük hata şekillenmiş demektir.

                Hürriyet gerektiğinde kayıtlanacaktır. Hangi hallerde kayıtlanacağı Anayasa ile belirtilmiştir. Bundan başka bir diğer anayasa ilkesi açık olarak bilinmelidir. O da, dinsel düşüncelerin Anayasa düzeninin temel ilkelerini değerden düşüremeyeceği ve kayıt altına sokamayacağıdır. Aksi halde, Anayasa üstünlüğü diye bir şeyden söz açılamaz. Dinin devlete tabi olması, ölçüsünü Türk Anayasasının 19. maddesinde bulur. Herhangi bir din mensuplarının sayısına veya çoğunluğuna göre devlet olmaz. Vicdan hürriyeti bir insan hakkı olarak çoğunluğa değil, istisnasız herkese ait olan bir nimettir. Bu nimetin sağlanması için de, vicdan hürriyetinin gerçekten varlığı için de, “laiklik” şarttır.

                Yine Türkiye yönünden orta yerde dönmekte olan dalavereler Atatürkçü bir devlet özlemini boğmak istemektedir.

Ehven tehlike

                Türkiye belirli kimlikte bir toplum haline gelmek için gerekli gelişmeyi tamamlamak zorundadır. Devletin dayandığı temeller bellidir. Bunlar üzerinde pazarlığa yer yoktur. Elbette laiklikle hoş görme iddiası biçiminde ortaya çıkan davranış arasında herhangi bir tercih söz konusu olamaz. Zira, devletin temel ilkeleri tartışma götürmez. Bunlara aykırı bir düzen kurulmasına yol açabilecek tutumlar hoşgörü ile karşılanamaz. Yoksa devlet mahva gider. Mahvolmaktan kurtulmanın çaresi (ihtilal) olarak belirebilir. İhtilal ise, istenmeyecek bir şeydir. Yalnız, ihtilali önlemenin yolu da onu hazırlayan nedenleri ortadan kaldırmaktır.

Nedenler

                Şu halde, ne gibi nedenlerin devlet temel düzeni ilkelerine sadakatsizlik halinin sürmekte oluşu yüzünden memleketi ihtilal eşiğine götürmekte olduğunu araştırmak gerekir. Bu nedenlerin başlıcaları şunlardır: 1. Gericilik akımları, 2. Atatürk aleyhtarlığı, 3. Laiklik düşmanlığı, 4. Din devleti kurmak hevesi, 5. Milli bir eğitim uygulamaktan uzaklaşma, 6. Batı uygarlığına karşı zümrelere hoş görünme politikası, 7. İrticaın mabedler içine sığınmış olması.

Çareler

                Bu nedenler bilindiğine göre, çarelerin araştırılması daha kolay olabilir. Anayasal temel ilkelerin korunması için gerek Anayasada gerek öteki kanunlarda konulmuş teminatın uygulamada işletilmediği ve bundan ötürü de yeterli olamadığı meydandadır. Bir binada yangın söndürme cihazının bulunuşu yangın çıkmasını elbette önleyemez. Yapılacak şey ateş bacayı sarmadan söndürme araçlarını kullanabilmektir. Bunu da insan yapar. Anayasal teminatın uygulanması işi de siyasi iktidarı elinde bulunduranların ve idare örgütü içinde görevli bulunanların ödevidir. Anayasa ile öngörülmüş bulunan devletin gerçekleştirilmesine zaruret duymayan milli temsil organları ve yetkililer iktidarı elde tutmaya devam ederlerse, istenmeyen sonucun önüne geçilemeyeceğinden korkmalıdır.

                Kısaca gözden geçirilen durum karşısında ivedi bazı tedbirler düşünmek zorundayız. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1.     Diyanet İşleri Başkanlığının karar organlarına Üniversite temsilcilerinin çoğunluk olarak katılması,

2.     Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Başkanlığına üçte bir oranda Üniversite temsilcisi katılması,

3.     Milli Eğitim Bakanlığında kurulu olan din öğretimi müdürlüğünün Üniversitelerarası Kurulun deneti ve gözetimi altına sokulması,

4.     Vicdan hürriyetine saldırıların kışkırtma sığınağı haline getirilen ve Türk Devrimlerine aykırı davranışların başıboş ortamı seçilmiş bulunan mabetlerin kontrol altına alınması (Böylece, din cemaatinin devlete karşı tahrik olunmasının önüne geçilerek devletin korunması sağlanacaktır.)

5.     Mahalli idareleri uyanık olmaya zorlamak ve otorite zaafına meydan verilmemesini sağlamak için gereken tedbirlerin alınması. (Bu, siyasi otoritenin takdir edeceği tedbirlerle olur.)

6.     Her çeşit din adamı yetiştirilmesi ile ilgili sorunlar üzerinde karar verilmesi işinin Üniversiteye verilmesi,

7.     Bugün din görevliliği yapmakta olanların din görevliliğinin gerçek anlamını öğrenmeleri için yeniden bir geçici eğitime tabi tutulması ve bu eğitim sonunda başarı gösterecek olanlara görevde bulunma izni verilmesi,

8.     Siyasi iktidarı kullanmakta bulunanların devlet ve hürriyet anlayışlarını Anayasanın laik devlet ve insan hakları anlayışlarına göre gerçek biçimine sokmaları.

Uyanık olmak zorunluluğu

                Görülüyor ki, Türkiye olarak devlet ve onu meydana getiren kurumlar bir laiklik savaşı içine itilmişlerdir. Bunu görmezlikten gelemeyiz. Savaşı kabul etmek ve kazanılması çarelerini ve yollarını arayıp bulmak, uygulamak ve devleti olması gereken devlet olarak belirtmek zorundayız. Gencimiz ve yaşlımız, kadınımız erkeğimiz, yoksulumuz varlıklımız, elhasıl tüm Türkçe anlayanlarımız her günün sabahında Büyük Nutkun son satırlarını ibretle okumalıyız.

TARTIŞMALAR

Dr. Erdoğan Teziç – Sayın Profesör Esen konuşmasında laikliği Türkiye’nin temel meselesi olarak ortaya koymaktadır. Oysa laiklik meselesi de diğer toplumsal meslelerden koparılıp alınabilen başlı başına bağımsız ve temel bir mesele değildir. Laiklik konusu, toplum yapısı ve sosyal sınıflar arasındaki münasebetlerle ilgili bir olaydır. Din ve Devlet ayrımının ötesinde laiklik aslında rasyonel düşünebilme imkânının sağlanmasıdır. Ülkemizdeki gelişmeye baktığımız zaman, laik bir toplum yaratma yolunda girişilen mücadeleden bu yana yarım yüzyıla yakın bir zaman geçtiği halde, mesele bütün ağırlığı ile ortadadır. Sayın Profesör Esen’in konuşmasında verdiği örnekler, sonuçlar üzerinde yapılan değerlendirmelerden öteye gitmemektedir. Kanaatimce önemli olan laik düşünebilme şartlarının sağlanıp sağlanamadığının tespitidir. Kalkınmanın bir fonksiyonu olan eğitimden mahrum bırakılmış halk yığınları, içinde bulundukları durumu bugün de halen ancak din açısından değerlendirebildikleri için her yeniliğe karşı çıkmaktadırlar. Sosyal açıdan güvensizlik içinde bulunuşunun tepkileri ister istemez dinsel, daha doğrusu reaksiyoner davranışlarla kendini göstermektedir. Buna bakarak bu davranışları ve olayları gericilikle suçlamak yerinde olamasa gerek. Başka bir ifade ile halktan gelen tepkiler öyle sanıyorum ki kendi başına gericilik olarak vasıflandırılamazlar. Zira Türkiye’nin bugünkü yapısı gereği ileriye doğru bir kurtuluş yolu olmadığı için, halk tabakalarından gelen karşı koymalar dinsel olaylarla ortaya çıktığından eskiye dönüş arzuları aslında ekonomik olan isteklerine gerici bir görünüş vermektedir. Kısaca, laik düşünebilme şartları hazırlanmamışsa o toplumun laik olmasını beklemek imkânsızdır.

                İkinci nokta: Sayın Profesör Esen konuşmasının bir yerinde laik topluma örnek olarak Amerika Birleşik Devletlerini gösterdiler ve bunu dillendirirken Yüksek Mahkemenin “Noterlerin mesleğe başlarken dini yemin mükellefiyetinin anayasaya aykırı olduğu yolunda verdiği” bir kararı zikrettiler. Oysa batılı yazarlar, ABD’de Başkanın seçiminden sonra göreve başlarken yaptığı dini yemin töreninin laik bir toplumla bağdaşamayacağını, bu bakımdan ABD’nin kesin olarak laik topluluklar katagorisine girmediğini ve ABD’de bir “déisme officiel” bulunduğunu iddia ederler.

                Bu konularda Sayın Profesör Esen ne düşünmektedirler?

                Dr.Bülent Tanör – Sayın Esen, laiklik meselesini sadece bir kültür değişimi, bir zihniyet inkılâbı meslesi olarak ele almaktadır. Oysa bir ülkede, kültürel değişim için gerekli altyapı dönüşümleri gerçekleştirilmedikçe bu ülkeye laikliğin ithali bir anlam taşımaz. Türkiye buna örnektir. Henüz ilkel üretim teknikleri ve üretim ilişkileri içerisinde yaşıyan bir halk çoğunluğunu, sırf telkin ve eğitimle laik anlayış seviyesine götürmek mümkün olabilseydi, bugün burada bu konuyu tartışmamızın pek de gereği kalmazdı.

                Prof.Dr. Bülent Nuri Esen -  Değerli genç meslekdaşlarım Tanör ve Teziç sorunları başka açıdan görüyorlar. Tanör’e göre laikliğin değer ifade edebilmesi için altyapı dönüşümlerinin gerçekleşmesi lazımdır. Teziç ise, laikliği bir olay diye alıyor. Ama, ilave ediyor, diyor ki: Laiklik bir imkanın sağlanmasıdır. Hangi imkânın? Yine, cevap veriyor: rasyonel düşünebilme imkânının. Bizim düşünüşümüz bu görüşü de kucaklar.

                Prof. Tunaya’nın düşüncesi de bu çizgidedir. Başka türlü de olmaz zaten. Laiklik, modern devlette ortaya çıkmıştır. Modern devlet’te, siyasal hayattan dinsel etkinin uzaklaştırılması sonucu meydana gelmiştir.

                Laik düşüncenin Türkiye’de yerleşmediğini, çünkü Atatürk’ün yaratmak istediği “Türk insanı”nın yaratılması çabalarının kendisinin ölümünden sonra tavsadığını ve bir süre geçince de yeni baştan “Osmanlı insanı tipinde bir Türk” yaratılması yoluna gidilmiş olduğunu unutmayalım. “İnsan” olmayınca “düşünce” de olamaz. Düşüncenin şartı insandır. En başta onu yaratacaksınız. Bu da, eğitimle olur.

                Sosyal güvensizliğin dinsel reaksiyona sebep olup olmayacağını bilemem. Cevabını sosyologlar, psiko-sosyologlar versin. Şu kadarını söyleyebilirim ki, mesela, öğrenci hareketlerinin ana nedenini teşkil eden “güvensizlik” dinsel reaksiyon doğurmamaktadır. Gericilik yaratmamaktadır. Enteresan bir nokta şu: Diyor ki Teziç, kurtuluş çaresi görülmeyince eskiye dönüş başlıyor. Aslında bütün istekler ekonomiktir. Burada Tanörle birleşiyorlar. Yani altyapı meslesi. Yalnız, eskiye dönüş özlemini anlamak zor. Eskiye dönüş, yani Osmanlı toplumuna dönüş. O toplumda kurtuluş olmaz ki. Göz göre göre ölmüş. Ölüden ne hayır beklenir? Sonra, Osmanlı toplumunun ekonomik yapısı Türkiye Cumhuriyetinin bugünkü ekonomik yapısına nisbetle fevkalade ilkel. O yapıya hasret duymanın anlamı olur mu? Gerçekte geriye dönüş özlemi ekonomiye hasretten değil, yeniye, ilerici olana karşı gelme davranışından. Fertlerin, toplumun aydınlanmasını, ilerlemesini istemeyen güçler var. Toplum aydınlanırsa bunların işi bitik. Ekmek bulamayacaklar. Onun için bir çıkar savaşı vermektedirler. Teziç’in dokunduğu bir başka husus çok önemli: Dedi ki, ABD’nin laik topluma örnek gösterilmesi yerinde değil. Çünkü Amerika Başkanı dinsel and içiyor. Soruyor Teziç, ben ne düşünüyorum, diye. Ne mi düşünüyorum? Söyleyeyim: O and içme formülünün Başkan tarafından okunması Amerikanın laik ülke olmasına engel değildir. Tıpkı bazı laik devletlerde mahkeme önüne çıkan tanığın –ki bizde de hukuk mahkemelerinde öyledir- dinsel yemin etmesi gibi. Aslında and, and içen kimsenin inandığı değerlerin yıkılmaması için giriştiği bir yüklemdir. Bunun Tanrı sözü ile anlatılması and içenin mutlaka Tanrıya inancı olduğu anlamına gelmez. Nitekim, biliyorsunuz Yargıtay’ın buna dair enteresan bir kararı vardır. Wigny kararı inceliyor. Sonra, bakın, İsviçre Anayasası’nın ta başında “Kaadir-i mutlak olan Tanrı adına” kaydı var. Ama bir yandan da aynı Anayasanın vicdan hürriyetine dair maddesinde hürriyetlerin dinsel nitelikte şartlarla ve kayıtlarla sınırlandırılamayacağı söylenmiştir. Türkiye’de de durum buna benzer, hatta daha da açıktır. Zira, bizde Anayasa üstünlüğü ilkesi Anayasa metninde yer almıştır. Anayasa üstünlüğü dinsel cinsten herhangi bir mülahazaya Anayasal hüküm önünde yer verilemeyeceğini gösterir.

Doç.Dr. Çetin Özek – Sayın Prof. Esen’in din hürriyeti laiklik ve Türk devrimi konusundaki görüşlerine temelden karşı olduğum için üzgünüm. Sayın Esen, Atatürk’ün amacının “uygar insan” tipine erişmek olduğunu ve devrimlerin de bu açıdan ele alınması gerektiğini belirttiler. Laiklik kuralının ve buna bağlı yazı, giyinim vs. konularındaki değişimlerin de “uygar insan” tipine erişmek için gerçekleştirildiğini söylediler.

Mustafa Kemal hareketinin, bana kalırsa, temelini “antiemperyalist ve antikapitalist” niteliğinde bulmamız gerekir. Mustafa Kemalin çağdaş uygarlık düzeyinde bir toplum yaratmak istediği, bu amacı güttüğü bir gerçektir. Bu “uygarlaşma” Batı taklitçiliği anlamına da gelmemektedir. Aksine bu amaç Batıya karşıt bir nitelik taşımaktadır. Batı bilimsel gelişimi sonucu bugünün uygarlık düzeyini yaratmıştır. Doğu toplumu olan ülkemiz ise, kapitalist emperyalizmin sömürüsü nedeniyledir ki, geri kalmış ve çağdaş uygarlığa erişememiştir. Öyleyse, çağdaş uygarlığa erişmenin tek yolu, antiemperyalist ve antikapitalist bir savaştan başarıyla çıkmak, antiemperyalist ve antikapitalist bir toplum yaratmaktır. Kurtuluş savaşının amacı da bu şekilde saptanmıştır. Mustafa Kemalin batıcılığı bu nedenledir ki, “batıya bağımsız batıcılık” olmaktadır. Konuya bu açıda bakınca laikleşmek, uluslaşmak, halkçılık gibi ilkeler, kurtuluş savaşının birer amacı değil, amaca varmak için gerekli görülen birer aracı olmaktadır. Kapitalizme karşı çıkan Mustafa Kemal, Sovyet devrimini antiemperyalist niteliği sebebiyle desteklemişse de, “ideolojik istiklal”e yönelerek, Bolşevik devrimini ideolojik temelleri yönünden benimsememiştir. Bu durumda, tam bağımsız bir Türkiye'ye varışın yolu olarak, laikleşmek, uluslaşmak, halkçılık ilkelerini görmek ve bunlar içinde “laikliğe” en büyük önemi vermiştir.

Bu temel içinde günümüze bakacak olursak, acaba bağımsızlık savaşımızın amaçlarına kendimizi varmış sayabilir miyiz? Sayın Esen’in tebliğinin ana konusu olan “laiklik”le ilgili olarak da aynı soruyu sormamız gerekir: Acaba laikleştik mi? Prof. Esen’e kalırsa, Anayasamızın 2. ve 19. Maddeleri karşısında laikleştiğimizi kabul etmek gerekir. Bana kalırsa sosyal gerçek bizim laikleşmekten çok uzak olduğumuzu göstermektedir. Meseleyi sadece normatif ve teorik açıdan ele alan Prof. Esen, bu tutumu ile sosyal yapıyı önemsememiş, ihmal etmiş olmaktadır. Sosyal gerçeğin hukuk kurallarına aykırılığı hiç göz önünde bulundurulmadan, laikleştiğimizi ileri sürmek bizi yanlış yorum biçimlerine götürmekte, “gericilik” kavramını halkı suçlayıcı bir anlamda ele almamız, din konusundaki tutumu sadece bir siyasi iktidarın hatalı politikası olarak yorumlamamız gibi yanılgılara yol açmaktadır. Özür dileyerek belirtmek isterim ki, Sayın Prof. Esen de sorunu sadece normatif açıdan ele aldığı ve laiklik ile toplumdaki üretim ilişkileri arasındaki bağı kurmadığı için bu yanılgılara düşmektedir.

“Laiklik” devletin din konusundaki bir tür tutumunun adıdır. Devlet ve din ilişkileri ise, üretim ilişkilerinden mücerret biçimde ele alınmaması gereken bir konudur. Laiklik, bütün diğer dünya görüşleri gibi belirli bir toplum yapısının ürünüdür. Laikliğin Prof. Esen’in belirttiği gibi rasyonel bir düşünce biçimi olduğu şüphesizdir ve fakat bu rasyonel düşünce tarzı batıda kendiliğinden, durup dururken gökten mi inmiştir? Toplumlardaki üretim ilişkilerinin, değişmelerinin belirli düşünce biçimlerine yol açışı göstermektedir ki, ekonomik yapı değişimleri dünya görüşlerinde de değişiklikler yaratmaktadır. “Laiklik” de, batıda burjuvazinin ve kapitalizmin gelişiminin bir sonucu olarak doğmuştur. Laiklik, batıda, gelişen burjuva sınıfının, kilisenin ekonomik ve eğitimsel baskısını yıkışıyla doğmuş, ticari ilişkiler yönünden zorunlu olan laik bilgilerin ve sistemlerin gelişmesine yol açmıştır. Bu arada düşülen bir yanılgı hakkında görüşümü de belirtmek isterim: Batıda dinde reformcu hareketler olduğu için burjuvazi gelişmiş değildir. Aksine burjuvazi geliştiği için, Katolikliğin katılığından kurtulmak istemiş ve dinde reform hareketlerini zorlamıştır. Laiklik de işte bu gelişimin sonucudur ve burjuvazi kiliseye karşı olan savaşında imparatoru destekleyerek, siyasi iktidarın dinsel iktidardan kurtulmasını, laikliği sağlamıştır. Sorunu bu açıdan ele almayacak olursak, Prof. Esen gibi olması lazımgeleni olmuş gibi kabul etmek sonucuna varırız. Bugün 1961 Anayasasının din konusundaki kuralları ile 1876 anayasasının kuralları arasında büyük farklar vardır. Aynı farkı toplumun inanç sistemlerinde, toplum yapısında ise görmemekteyiz. Demek oluyor ki, hukuk ve siyasi biçim konusundaki değişmeleri gerçekleştirmedikçe gerçekde bir anlam taşımayacaktır.

Bu çerçeve içinde, sanıyoruz ki, Türkiye’deki hukuk ve siyasi yapı planındaki laikleşmenin, toplumsal gerçekliğini bulamayışının da açıklanmasını yapabiliriz. Burjuvazinin gelişmesinin doğurduğu laikliği, elbette ki yarı feodal gelenekçi bir topluma kabul ettirebilmenin olanakları yoktur. İslamiyet, tarım ekonomisi temeli üzerinde Arap toplumunu örgütleyen ve bir düzene sokan politik rejim ve hukuk sistemi olarak doğmuş ve aynı yapıdaki toplumları politik, sosyal ve hukuki bakımdan kapsayan bir nitelik almıştır. İslami bir sistem içinde ve islamiyetin uygun düştüğü bir sosyo-ekonomik yapıda, bu yapıyı değiştirmeden, İslam dünya görüşüne ters düşen laikliği halka kabul ettirebilmek bir hayalden öteye geçemezdi ve biz bu hayale kapıldık. Laik bir sistem içinde, elinde bulundurdukları siyasi ve ekonomik güçleri kaybedeceklerini bilen şeyhlerin, toprak ağalarının, eşrafın bu yeni düzene tepki göstermemeleri, halkı bu yeni görüş biçimine karşı itelemeleri düşünülemezdi. Bu nedenledir ki, Türk devriminin antiemperyalist ve antikapitalist bir sonuca erişebilmesi, bunun için de laikleşmesi, ancak bu amaçlara uygun bir sosyo-ekonomik yapının yaratılmasıyla mümkündü.

Laiklik ve uygarlık, batıda belirli bir toplum yapısına varışla ortaya çıkmışken, bizde “laiklik” ve “batılılaşmanın” kabulünün toplumsal yapı değişimini doğuracağı sanılmıştır. Batıda “sonuç” olan şey, bizde “sebep” durumuna getirilmiştir. Bu tutarsızlık, elbette devrimin kendiliğinden oluşup yerleşmesini engellemiş, devrimin gerçekleştirilmesi açısından tek yol, kanun maddelerinin uygulanması, “polis tedbirlerine” başvurmak olmuştur. Burada hemen şuna da işaret etmek isterim ki, kanaatimce, devletçilik sistemi de Berkes’in sanısının aksine, sosyo-ekonomik yapı değişimine yönelmiş bir anlayışı ve sitemi getirmiş değildir.

Sosyo-ekonomik yapıya ilişmeden devrim yapma hevesinin doğurduğu sonuçlar nelerdir? Bu heves, devrimin anlamını kaybetmesi ve dolayısıyle halkın devrime karşı çıkışı sonucunu doğurmuştur. Türk devriminin toplumsal yapıyla ilişkisi kurulamayınca, devrimin temel amacı “tam bağımsızlık ve antiemperyalizm” unutulmuş, devrim bir takım soyut ilkelerle, bu ilkelere bağlı bazı biçimsel değişmelerden ibaret görülmüştür. Siyasi iktidara yerleşen bürokrat kadro, devrimin amacına tam ters düşen biçimde, düzeni tutucu niteliği içinde, devrimin dinamizmini ve sürekliliğini yok etmiştir. Devrim amaçlarına varış yönünden araç olan laiklik, ulusçuluk, batıcılık gibi ilkeler devrimin amacı durumuna getirilmekle, Türk Devrimi havada, soyut bir niteliğe sokulmuştur. Devrim soyutlaşınca, “batıya bağımsız batıcılık” kuralının temelinde yatan antiemperyalizm bir yana itilmiş ve “batıya uydu batıcılık” sistemine dönüşülmüştür. Osmanlı toplumundan bu yana görülen, Cumhuriyet döneminde de olmuş, batı uygarlığını doğuran toplum yapısı gerçekleştirilmeden batı modelleri alınınca, batıcılık bir taklitten öteye gidememiştir.

Devrimin soyutlaştırılması, halkın genel olarak devrime karşı çıkışının da nedenidir. Kurtuluş savaşı sırasında, antiemperyalist amaç etrafında birleşen halk, savaş sonrasında yönetim dışında kalmış ve ağırlığını duyuramamıştır. Değişmeyen toplum yapısı içinde, yine feodal kalıntıların etkisi ve sömürüsü altındaki halk ile üretim araçlarına sahip olmadığı halde iktidara gelen “bürokrat kadro” arasındaki ilişki kurulamamıştır. Halkın yaşantısında bir değişiklik yaratılamayınca, devrim halk için biçimsel bazı değişimlerden başka bir anlam taşımamıştır. Devrimler, “halkçı” bir nitelikteyken halkın dışında gerçekleşmiş, “halkçılık” ilkesi romantik bir kavramdan öteye gidememiştir. Halk kendi dünya görüşü, inanç sistemleri ve gelenekleri içinde yaşarken, biz kalkmışız ona bu inanç sistemlerine tam karşıt bir inancı kabul ettirmek zorlamasına başvurmuşuz. Ondan, yaşantısını hiç geliştirmeden bu kavramları ona anlamsız gelen bazı düşünceleri kabul etmesini istemişiz. Böylece yöneticilerle halk arasında bir çelişki doğmuştur.

Halkın bilinçlendirilmesini önlemek konusunda “burjuva gericileri” ile “dinci gericilerin” işbirliğini görebilmek için, 1960 sonrasının “sol devrimciliğinin” gelişmesini beklemek gerekmiştir. Sol devrimciliğin düzeni temelden değiştirici eğilimi ve halkla bu konuda ilişki kurmaya başlaması, burjuva gericilerin gittikçe açık faşizme kayma eğilimlerini ortaya çıkartırken, dinci gericiler de kendi çıkar açılarından aynı eğilimi göstermişlerdir. Bu noktada, laik görünüşlü gericilerle, dinci gericilerin dini halkı uyutmak için bir araç olarak kullandıklarını, bu konuda birleştiklerini görmekteyiz. Feodal kalıntılar eski egemenliklerini sürdürmek isterken, güçsüz aracı burjuvazi de, emekçi bilinçlenmesini engelleme yolundadır ve bu konuda oynanan oyunlarda “dine” başrol oynatılmaktadır.

Soruna bu açıdan bakınca, Sayın Prof. Esen beni mazur görsünler, halkı gerici diye nitelendirmeye, onu çarşaf giyiyor diye suçlamaya, teokratik düzen isteyenleri cezalandırmaya hakkımız yoktur. Esas gerici diye nitelendirilecek olanlar düzenin değişmesine karşı çıkan emperyalizmin aracıları, esas suçlanacaklar halka çarşaftan başkasını fazla görenler, esas cezalandırılacaklar bu memleketi kendi çıkarları uğruna Amerikan emperyalizminin etkisi altına sokanlardır. Halkın, devrim diye kendinse yutturulmak istenilen biçimsel değişimlere karşı çıkışı haklı bir baş kaldırışıdır. Halka biz devrim adına bir şey götürmemiş, onun aşına aş katmamış, yaşantısını insanca yapamamışız ki, onu hala “karşı devrimci, gerici” sayabilelim. Halkın tepkisi biçimedir. Belki biz ona devrimin özünü, ekonomik devrimi götürebilseydik, bugün devrimcilerin en güçlü desteği halk olacaktı. Esas tepki, esas karşıt devrimci, esas gerici, düzenin sürmesinden yararlanan, ister dinci, ister laik görünüş ardında olsun, devrimin antiemperyalist, antikapitalist amaçlarına, tam bağımsızlık ilkesine karşı çıkanlardır. Halk bu çekilme içinde, gerçek gericilerin bilinçsiz bir aracıdır ve halkı suçlamaya hakkımız yoktur.

Uzun süren konuşmamı sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, Sayın Esen’le aynı görüşte olmadığım için üzüldüğümü belirtmek isterim.

Porf. Dr.Bülent Nuri Esen – Kısa olmaya çalışayım. Belirli bir neticeye varmak için bir sorular zinciri tevcih etti bana sayın arkadaşım Özek. Daha doğrusu kendi görüşlerinin etraflı bir açıklamasını yaptı. Problemimiz zannederim bu değildi. Yan meselelere kaydık ve ister istemez de kayacağız. Kaymamız iyi de oldu. Bereketli bir zemine geldik.

Şimdi, evvela bir müşahedemi tespit edeyim: Bir kısım ülkelerde laiklik olmadığı için hürriyet de yoktur. Laiklik olmayan yerde hürriyet de olmaz. Bu kat’idir ve biliniz ki tarihte eğer hürriyeti göremediğiniz toplumlar olmuşsa bu cemiyetler laikliği bilmedikleri için hürriyete de kavuşamamışlardır. Gerçek hürriyeti laiklik olmadan tahakkuk ettiremezsiniz.

Sizinle beraber olduğum birçok noktalar var. Yalnız, şunu söyliyeyim ki, kapitalizm laik bir sistem arar tarzındaki beyanınızı kabul etmiyorum. Laik sistem arayan devletler yalnız kapitalist rejim içinde olan devletler değildir. Nasıl siz biraz evvel sorularınızın izahında belirli bir nokta üzerine mübalağalı bir ölçüde yüklenmek suretiyle bizi aydınlattınızsa, aynı şekilde ben de idealimi karşımdakilere iletebilmek ve ona lazım gelen önemi verebilmek için bir mübalağaya sapmak zorundayım. Benim için Türkiye bakımından laiklik ilkesi bir vasıta değil, amaç olacak. Laiklik ilkesi amaç da değil belki! Ne dedim size? Arkadaşlardan birinin göz rengine benzettim bunu. Bu jenetik hususiyet mevcut olmazsa Türkiye olmaz! Ondan sonra siz Türkiye’yi ister ağalar saltanatı içinde bir kapitalist Türkiye, ister Sosyalist Türkiye tasavvur ediniz. Türkiye olmayacak ki ona böyle bir sıfat verebilesiniz. Benim davam ve tezim o. Ben o iddiadayım. Ben diyorum ki: laiklik olmazsa Türkiye ne kapitalist ne antikapitalist, ne sosyalist, ne Bolşevik, ne komünist hiç olmayacaktır. Benim davam bu. Ben bunu müdafaa etmekle meşgulüm. Ve vicdan hürriyetini de buna bağlıyorum. “Halkın geleneklerine aykırı olan bir takım şeyleri devrim diye kendisine yutturmaya kalkışırsanız bu iş tutmaz” davası doğru değildir. Çünkü bu, bizzat bu devleti yaratan adamın yaptıkları ile tekzip edilmiştir. Adam yapmış. Bu bir eser! Kitap yazmak gibi değil. Yahut burada benim konuşmam gibi değil. Bir vatanı kurtarıyor. Ondan sonra da bir devlet kuruyor. Şimdi bunu yapan adam belirli maksatlar takip ediyor. Bu maksatlardan bir tanesi yakın maziden almakta olduğu derstir.

Sizin söylediklerinizin gene doğru olan tarafı ekonomik bakımdan Mustafa Kemal’in devletin kuruluşu sırasında meseleyi ortaya koymuş olmasıdır. Yalnız, bir ekonomik alt yapıyı değiştirme işi bir günden ertesi güne olacak bir iş değildir. Şimdi bir sosyal muhit tasavvur buyurunuz. Bunu alacaksınız ve yeni bir yapıya kavuşturacaksınız. Bakınız 1917’nin ekim ayında başladı Sovyetler Birliği’nde ihtilal. O günden bugüne hala alt yapısını tamamlayabilmiş değil Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği gibi kıta diyebileceğimiz bir memleket bile tamamlayamadı. Kolay bir iş değil. Alınız Franko’yu. Aldı İspanya’yı 1936’larda, geldi 1968’e 32 yıldan fazla bir müddet yapabildiği şey nedir? En sonunda gene Üniversitenin talebeler tarafından işgal edilmesi ve polislerle aralarında mücadeleler, çatışmalar. Şimdi bunlar kolay halledilebilecek işler değil.

Demek istiyorum ki, temelden değişiklikte görüşüm devrimci bir görüştür. Ben de fikirlerim itibariyle buna katılmaya hazırım. Neden hazırım? Düzen değişikliğini arzuladığım için hazırım. Atatürkçü düşünce sisteminin başlıca hususiyeti devrimciliktir, dinamizmdir. Gayet ehemmiyetli bir hususiyet. Durmayalım düşeriz, diyor. Mütemadi ilerleyiş içerisinde olacaksınız ve bu ilerleyişi size temin eden akümülatör “laiklik” akümülatörü! Oradan cereyan alıyor bu. Eğer laiklik olmazsa yerinizde sayarsınız.

Tam bağımsızlık hedefine ulaşmadan söz ederken, Türkiye’nin belli bir yabancı devletin politikasına körü körüne bağlı olmamasını kastediyorsanız, onu anlarım ve sizinle beraberim. Yok eğer, bununla Türkiye’nin günden güne gittikçe sıkılaşan milletlerarası ilişkiler ağı içinde her türlü dış tesirden tamamen uzak, tamamen kendi başına buyruk yaşamasını kastediyorsanız ve yaşayabileceğini ileri sürüyorsanız, o zaman bunu tereddütle karşılarım. Türkiye tam bağımsızlık diye bir problemle karşı karşıya olamaz. Arzettim: Hiçbir devletin, ABD ve Sovyetler Birliği ve yakın bir zamanda Mao Çini müstesna, bu üç devletlerüstü devlet müstesna, hiçbir devletin tam bağımsızlığı diye bir mesele yoktur dünya yüzünde. Çünkü dışa karşı bağımsızlığımız yok. Avrupa Konseyi böyle yapacaksın, şunu satacaksın diyor. Öyle yapıyorsunuz. Paranızı düşür diyor, paranızı düşürüyorsunuz. Bir Devletler ailesi içindesiniz ki, telakkilerde değişiklik var. Devletlerin bağımsızlığı kendi içlerinde ve o mühim. O bağımsızlığı sağlayabilmek bence ehemmiyetli, Binaenaleyh, eğer devlet siyasi iktidarının yanında, tekrar edeyim, kendisine rakip başka bir iktidar yoksa, o zaman devlet bağımsız olur. Vatandaşları da hürriyet içinde bulunma şansına kavuşturabiliriz. İhtimalle söylüyorum. Mutlaka kavuşurlar demek kadar ileri gitmek doğru değil. Yalnız laikliği veya batılılaşmayı bir araç şeklinde telakki ederseniz o vakit bu aracı içinde bulunduğu hal ile kabul etmeniz lazım ve hangi amaca varmak için kullanacağınızı tayin edememek, bir müşkülle karşılaşmak tehlikesi var.

Sizinle beraber olduğum yer şu: Biz hakikaten alt yapının küçük hücrelerine kadar inememişizdir. Bir memleket yapılmış fakat bilinçsiz halk kitlelerini terkip etmekte olan fertler o tuğyan içerisinde beraber sürüklenmişler. Şimdi bunları çevirmek gayet kolay. Çünkü bilinçsiz bunlar. Bilinçsiz oldu mu istikametini kendi kendine tayin edemez; demek istikameti suyun akış istikametine göre taayyün edecek. Nitekim görüldü! Hadiseler de ispat etti ki bu bahsettiğiniz, yani devrim olarak kabul etmekte tereddüt geçirdiğiniz hususların kolaylıkla mecra değiştirmesi aslında devrimlerin kendilerine hitap etmekte bulunduğu kimselerin bilinçsizliğinden oldu. Onun içindir ki, bizim birinci problemimiz eğitim problemidir, dedim. Halkı eğitmezsek, eğer öğretmezsek, düşünmeye alıştırmazsak, bilincini vermezsek ne sizin arzu ettiğinizi, ne bizim olmasını istediğimizi ve Atatürkte bulduğumuzu farzettiğimizi yapacak. Mesela buyuruyorsunuz, diyorsunuz ki “çarşaf ucuz onu giyiyor, ne yapsın?” Rica ederim! Bu memleketin serveti milliyesi ve fertlerinin kazancı bundan yirmi yıl önce bugün olduğu kadar çok muydu? Bundan çok daha düşük mertebedeydi. Çok daha düşüktü. Ona rağmen çarşaf giyeni yoktu. Demek ki, çarşaf giymekte bir maksat var. Çarşaf giymede bir isyan var. Belirli bir tutuma karşı gelme var. Bu karşı gelme laikliğe karşı gelmedir. Bunu arzetmek istiyorum: Laikliğe karşı gelişleri. Binaenaleyh, önleyeceksiniz. Neden? Müdafaayı nefis ihtiyacı ile önleyeceksiniz. Çünkü devletin hayatına kastediliyor. Devletin kaderi buna bağlı. Eğer siz devleti yaşatmak istiyorsanız, bunları önleyeceksiniz. Önlemek için müracaat edeceğiniz tedbirler tabii devleti idare edenlerin yapacakları şeyler. Biz sadece pratik çareler olarak bir takım telkinlerde bulunduk. Şüphesiz bunların yanında daha birçokları hatıra gelebilir. Ama devrime karşı bir takım gruplar mevcut olduğu ve bu grupların sadece tacirler grubu ile ağalar grubuna istinat etmekte olduğu hususundaki beyanınızı ben yüzde yüz kabul edemiyorum. Bunlardan gayrisi de vardır. Şuur olmayan yerde sınıftan bahsetmeye mahal yok. Çünkü bizde sınıflar dediğiniz zümreler aslında sınıf şuuruna sahip değildirler. Bunlar arasında eğer beraberlik olabiliyorsa beraberliği çıkar dolayısıyla geçici olarak sağlıyorlar.

Değişme temelden olmalı. Türkiye’de kalıpların hepsi mevcut Atatürkçü sistem içerisinde. Biz soysuzlaştırmışız onları. Onları eski haline getiriniz. Kalıplar içerisine doldurulmuş olan yabancı maddeyi atınız. Hazır kalıplar içerisinde istediğiniz devrimci, yeni bünyede ve strüktürde cemiyeti kurabilirsiniz. Benim iddiam bu. Ben bu iddiadayım. Diyorum ki: Sosyalist cemiyet mi istiyorsunuz? Atatürkçü düşünce sosyalist cemiyeti de kapsayacak genişliktedir. Bugünkü 1961 Anayasası ile bunu yapabilirsiniz. Benim iddiam bu.

Son olarak tekrar belirtmek istediğim, bilhassa altını çizmek istediğim nokta, mesuliyet mevkiinde bulunanların karar verme durumunda olanların vicdan hürriyeti ile laikliği birbirine karıştırmaları ve vicdan hürriyetini laiklikten önce, laikliği ona tabi bir şey saymalarıdır. Halbuki, laiklik olmazsa, hürriyetin siperi saikası olan laiklik olmazsa mutlaka binanın üstüne yıldırım isabet eder ve hürriyetten de eser kalmaz. Laiklik olmazsa vicdan hürriyetini sağlayamazsınız. Laiklik vicdan hürriyetinin garantisidir. Onun mahfazasıdır. Benim teorim, görüşüm bu. İddiam bundan ibaret. Arzetmek istediğim buydu efendim. Çok teşekkür ederim.

Prof.Dr. Necip Bilge – Efendim, arkadaşımız laiklik meselesinin, İslam devletine, islamın dini görüşüne tamamen aykırı olduğunu çünkü, islamiyette sadece dini hükümlerin değil, aynı zamanda dünya görüşü ile ilgili hükümlerin de mevcut olduğunu; binaenaleyh, donmuş olan bu esaslar karşısında, laiklik meselesini ortaya atınca, İslami görüşün bu ilkeye, yani laiklik ilkesine aykırı düşeceğini söylediler. Sayın Esen’in izahatıyla bu noktanın tamamen aydınlanmış olacağını zannetmiyorum. Kanatımca durum şöyle olmak icap eder; Yani laiklikle islamın dünya görüşü birbirine tamamen aykırı olmamak gerekir. Benim şahsi düşünceme göre, İslam dininde olduğu gibi, bütün diğer dinlerde de dini olan itikat meselesi yanında, bir de dünyevi meseleler, yani dünya işleriyle ilgili hükümler vardır. Mesela Hıristiyanlıkta da bu böyledir, yani Hıristiyanlıkta da dünya ile ilgili hükümler vardır. Bununla beraber, Hıristiyanlıkta dünya münasebeti hakkındaki hükümlerin İslamlığa nazaran daha az olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunun sebebi şudur: Hıristiyanlık, Roma imparatorluğu içerisinde, yani devletin mevcut olduğu bir ortamda meydana gelmiştir. Gayet tabiidir ki, devletin kendisine ait bir takım hukuk kuralları vesairesi mevcuttur. Bu sebeple İsa, dünya meseleleri üzerinde fazlaca durmamıştır. Daha çok din ve ahlak konularını işlemiştir. Genç yaşta bu dünyadan göçmüş olmasının da, dünya meselelerini daha az düzenlemesinde bir etkisi olsa gerekir. Hz. İsa'ya atfedilen, “Allahın hakkını Allaha, Sezarın hakkını Sezar'a verin” sözü de, Hıristiyan milletlerde, laikliğin kolayca gelişmesine sebep olmuştur.

İslam dini ise, Arabistan'da aşiret hayatı yaşayan kavimler arasında meydana gelmiştir. Yani orada devlet otoritesi, devletin koyduğu kurallar yoktur. O halde, Muhammet hem dinsel bir başkan olarak dini görüşleri, dinsel kuralları ortaya atmış, hem de bir devlet reisi olarak bu dünya meselelerini düzene koymak istemiştir. Bu itibarla İslamlıkta dünya meselelerini düzenleyen kurallar, Hıristiyanlığa nazaran daha fazladır. Şimdi asıl üzerinde durmak istediğim noktaya geliyorum. O da şu: Birçok kimselerin, bilhassa bugün din hocası, din bilgini geçinen kimselerin bilmedikleri veya bilip de üzerinde fazla durmadıkları menhus yani ilga edilmiş ayetler meselesi vardır. Öyle zannedilir veya kabul ettirilmek istenir ki, islamın başkaynağı olan Kur’an’ın birinci ayetinden sonuncu ayetine kadar hepsi bugün geçerlidir. Halbuki, durum bu değildir. Çünkü, Kur’anı Kerimin içinde bulunan bir ayete göre, Kur’anda mensuh ayetler vardır. Dar düşünüşlü İslam bilginlerine göre, bunların sayısı 20 kadardır. Geniş, serbest düşünceli bilginlere göre de bunların sayısı 60’ı geçmektedir. Hükmü ilga edilen ayetler incelenecek olursa, bunlar daha çok, islamın muamelat denilen dünya meseleleriyle ilgilidir. Ayrıca, Peygamberin sünnetleri, hadisleriyle de Kur’anın neshedilen yani kaldırılan ayetlerinin bulunduğunu kabul eden İslam bilginleri vardır. Hatta daha ileri giderek şunu da belirteyim ki, İslam hukukunun dört kaynağından birisini teşkil eden icmaı ümmet ile Kur’anın neşredilebileceğini söyleyenler de bulunmaktadır. Peygamberin bir hadisinde, zamanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği belirtilmiştir. Mecellede bu madde bu hadise göre tedvin edilmiştir. Bütün bunlar bir araya getirilince, zamanın şartlarına göre yeni kurallar koymanın islamda da mümkün olduğu meydana çıkar. İslami ilkelerden hareket ederek diyebiliriz ki, islamın kurucusu bugün hayatta olmadığına, ilahi vahiy yolu ile artık hüküm konulamayacağına göre, bugünkü ortam içerisinde, dünya meseleleri hakkında, bugünkü şartları nazara alarak hükümler koymak, yani hukuku laikleştirmek İslam dinine aykırı değildir. Çünkü, din kurucusu kendisi, bundan 1300 küsur yıl önce, 23 yıllık peygamberlik devresinde, toplumun içinde bulunduğu şartlara göre, dünya meselelerine ayırdığı, tahsis ettiği hükümleri kendi zamanında değiştirmiş, yeni şartlara uydurmuştur. Hükümlerin zamana göre değişeceğini de belirttiğine nazaran, laikliğin islama, İslam esaslarına aykırı düşeceğini veya islamın laikliğe müsait olmadığını kabul etmek doğru olmasa gerekir. Gerçi belirttiğim bu düşünce, Türkiye’de Cumhuriyet devrine kadar kabul edilmiş değildir. Osmanlı Devleti de dâhil olduğu halde, bütün İslam devletleri teokratik bir esasa bağlı kalmışlardır. Fakat eskiden böyle olması, bundan sonra da böyle olmasını gerektirmez. Hıristiyan devletlerde de, laikliğin tarihi pek eski olmasa gerektir, hem de İsa, fazla dünyasal kurallar koymadığı halde.

Prof.Dr. Bülent Nuri Esen – Efendim, sayın hocamız Bilge’nin izahları bendenizin de kısa bir tamamlamamı belki gerektirecek. O da şu: İslamın mukaddes kitabında, Kur’an’da laikliğe elverişli bir ayet bulunduğu hakkında bir yerde bir kayıt gördüğümü hatırlıyorum. Onun bir fişe kaydını da aldımdı. Fakat bir türlü bulamıyorum. Bir buçuk senedir de arıyorum yine bulamıyorum. Şöyle düşünülenbilir: İslam bir bedevi dinidir aslında. Bedevi dinidir ve bütün o havali ahalisine takibi, uygulanması kolay, basit geldiği için büyük rağbet görmüştür. Son defa biliyorsunuz Almanların bulduğu bir vesika var: Medine antlaşması. Ona, o Medine antlaşmasına göre yalnız yargı kuvvetini, yargı yetkisini kendi elinde tutuyor Muhammet. Uyuşmazlıkların yargıcı benim, diyor. Şurayı toplayarak hep birlikte seçecekler. Sonra bugünkü tatbikat ile hiç münasebeti olmayan bir takım vakalar sahih, otantik olarak anlatılıyor. Aliyi evlendirdikleri zaman bunlar kadın erkek hepsi bir odada yatıyorlar. 15 kişi birden bir geceye mahsus olmak üzere biz terk edelim, dışarıda yatalım, onlar kalsın içerde diyorlar. İlk gecelerini yalnız geçirsinler, diyorlar. Yani sosyal hayat itibariyle de İslam böyle bir yerde intişara başlamış. İslamın ortaya çıkışı bu. Şimdi, Sure-i kafirun’da zaten “leküm diniküm veliyeddin” yani (senin dinin sana, benim dinim bana) diyor. Bir nevi laisizm diye pekâlâ bunu tefsir etmekliğimiz mümkündür. Fakat öteki taraftan Sure-i bakara’yı açıyorsunuz orada, iki kadının şahadeti ancak bir erkeğin şahadetine bedeldir, diyor. Nisa suresini açıyorsunuz: Kızlara verilecek miras hissesi erkeklere verilecek olanın yarısı olur, diyor. Ötede siz getirmişsiniz Kanunu-u Medeniye’yi koymuşsunuz, eşit alacaktır diye. Çıkın bakalım işin içinden. Şimdi, Bilge’nin düşündüğü cinsten ulema-yı din olsa İslam zaten kurtuldu gitti. Ama maalesef ben akibetini pek öyle görmüyorum.

[1] Ankara Üni.Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku ve Siyasal Bilim Enstitüsü yayınları (ayrı bası), Sevinç Matbaası, Ankara-1970

[2] Bununla beraber, gerçekte “azınlıklar” denilen öteki dinlere bağlı olanların ayrıcalıkları vardır ve bu nedenle de o kimseler daha üstün durumdadırlar.

 
 
• site danışmanı:asia minor marketing communications