VİCDAN HÜRRİYETİ ve LAİKLİK
Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Profesörü
İnsan olma hakkının ilk sonucu vicdan
hürriyetine sahip olmaktır. Vicdan hürriyetini
laiklikten ayrı bir kavram olarak incelemekten ziyade
her iki kavramın karşılıklı ilişkilerini ortaya koymak
konuya daha çok aydınlık getirecektir.
Vicdan hürriyeti ve laiklik konusunu
başlıca iki kısımda ele alabiliriz: Genel olarak ve
Türkiye yönünden. Böylece, temel prensiplerin
memleketimizdeki uygulanışı da belirmiş olur.
Genel olarak bakıldıkta ilk göze çarpan
nokta vicdanın dinsel inançlara dayanak olduğudur.
Bununla beraber, soyut açıdan ve sadece felsefe yönünden
bakmakla yetinilmeyecek olursa, vicdanın bir de devlet
hayatı içindeki insanın bir vasfı gibi belirdiği
görülür. Nasıl dinsel inanç vicdanda yer alıyorsa,
vicdan sahibi varlık olan insan da devlet içinde yaşayan
ve fonksiyonlar gören bir “vatandaş”tır.
Bazı hatırlatmalar
Görülüyor ki insanı iki yönü ile ele
almak gerek. Böyle olunca da iki şeyin bilinmesine
ihtiyaç var: Din’in ne olduğu ve Devlet’in ne anlama
geldiği.
Din genel olarak ruhsal ihtiyaca aracı
olan sistemdir. Gayesi ahret hayatını dünyadan
hazırlamaktır. Din, ferde dünyadaki yoksulluğa ve
sefalete tahammül etmek kudretini verir. Bunun için de
tevekkül göstermesini, ölümden sonraki hayatta cennet
mutluluğuna kavuşacağını anlatır. Din duygularının ve
dinin yan görüşlerle sömürme aleti haline getirilmesine
en çok insanların yoksulluktan kurtulamamış olduğu
ortamlarda rastlanması ve bu halin geçerli ve ön planda
oluşu bundandır. Din duygusu sosyal ve ferdi refah
seviyesi yükseldiği ölçüde önemini kaybeder. İngiltere
ve Amerika Birleşik Devletlerinde din mensuplarının
tapınağa gelmesini sağlamak için tapınakta konserler ve
danslı toplantılar tertip edilmekte oluşu da
kanaatımızca bunu gösterir.
Devlete gelince, devlet dünya yüzünde
ferdi ve toplumu mutlu kılma aracıdır. Burada devleti
gaye diye anlayan ve ele alan görüşlere yer vermiyoruz.
Modern devletin özelliği
Devletle din tarihte rekabet halinde
bulunmuşlardır. İlk devlet biçimi dinsel olduğu için
zamanla din, devleti kendi başına bırakmak istememiştir.
Taasup dinin silahı olmuş, din hayattaki her şeyi
düzenlemek istemiştir. Galilée olayı malum. Din, vicdana
boyunduruk geçirmek ister. Mücadele çetin olur. Çok kan
dökülür. Sonunda, Machiavelli işi halledecek olan meşhur
eserini yazar. Artık modern devlet anlayışı doğmuştur.
Din, devlet içinde bir olaydır. Bir baskı aleti
değildir. Uygarlık devletle olabilecektir. Devlet
kendisi de baskı vasıtası değildir. Onun için devlet
inanmayı da, inanmamayı da koruyacaktır. Çünkü vicdan
hürdür. İster inanır ister inanmaz. Devlet inançlara
göre vatandaşlar arasında ayırma yapamayacağına göre,
ferdin vicdan tutumunun teminat bekçiliğini yapmak
borcundadır. Bir dinsel inanca sahip olan kişi olsun,
böyle bir inancı bulunmayan kimse olsun vicdanındakini
dilediği gibi, etkiye veya baskıya uğramaksızın açığa
vurabilecektir.
Bu noktada bir hatırlatma yapmak yerinde
olur. Vicdan hürriyeti yeni bir hürriyettir. Daha 1648
Vestfalya andlaşmasında “Cujus regio, Hujus religio”
hükmünün yer aldığı görülür iken, Virjinya Demeci
yayınlandığı zaman (1776) ilk olarak herkesin vicdanının
emrine göre kendi dinsel inanışının isterlerini yerine
getirmekte serbest olduğu esası ortaya kondu. Sonra,
meşhur 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi şu hükmü
getirmişti: “Hiç kimse, dinsel de olsa inançlarından
dolayı kınanamaz” (Madde:10).
Zaman geçti. 1789’un etkisi açık olarak
kendini gösteriyordu. Din, devlet içindeki yerine
yerleşmekte idi. Devlet vicdan hürriyetinin koruyucusu
oluyordu. 1941’de Amerikanın Bayrak günü dolayisiyle
Başkan Roosevelt “dört hürriyet”ten söz ederken başta
inanç hürlüğünü sayıyordu. Vicdan serbestliği yalnız
devlet iç hayatının değil, milletlerarası barışın da bir
şartı olmuştu. Nitekim, Birleşmiş Milletler bildirisi
daha başlangıcında Atlantik Demeci’ne atıfta bulunarak
savaşla erişilmesi istenen zaferin gayeleri arasında
“din hürriyetini koruma”yı sayacaktır.
İnsan Hakları açısından
Savaş sonrasında meseleye daha kesin
biçim verilmiştir: 1948’de “İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi” 18. maddesinde şöyle diyecektir: “Her kişinin
fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak
din veya inanç değiştirmek hakkını ve tek başına ya da
topluca, kamu öğretimi veya özel öğretimle, başkalarıyla
birlikte veya yalnız başına uygulamalarla ayin ve
ibadetlerle dinini veya inancını açığa vurma hürriyetini
gerektirir.” Bunun gibi, 1950’de “İnsan Hakları ve Temel
Hürriyetleri Avrupa Sözleşmesi” de 9. maddesiyle şu
hükmü koyuyordu: “Her şahıs düşünme, vicdan ve din
hürriyetine sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme
hürriyetini ve açıkça veya hususi tarzda ibadet ve ayin
veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu
olarak dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini
tazammum eder.” (Resmi çeviri metni)
Artık belirli hürriyet bir insan
hakkının gereği olmuştur. Vicdan âlemi düşünce âlemi
gibidir. İnanç, düşüncenin bir sonucudur. Nasıl fikir
hürse, dinsel inanç ta öylece hürdür. Nasıl fikri
serbestçe yayabiliyorsak, inancın da dolaşımını
sağlamalıyız. Milletlerarası belgeler bu neticelerin
imkânlarını hazırlamıştır.
Bugüne doğru gelişte milletlerarası
andlaşmaların etkisi ve değeri büyük oldu. Ama, yine de
bazı milli ortamlarda din, devlet üzerinde hakimiyet
kurmak denemelerine girişti. Siyasilerin din
mensuplarıyla anlaşma kurmaları yüzünden modern
zamanların en değerli kazançları tehlikeye girdi. O
kadar ki, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunca
hazırlanan sözleşme tasarılarından biri “Dinsel
hoşgörmezlik” hakkında idi. Bu sözleşmenin ilk
maddesinin son fıkrasında şöyle yazılı: “Din ile
Devletin ayrılığı dinsel hoşgörmezlik demek olamaz.”
(Nisan 1965)
Aynı düşünce Avrupa devletleri arasında
da kendini belirtmiş ve 25 Kasım 1968’de Avrupa Konseyi
üye hükümetlere bir çağrıda bulunmuştur. Çağrı dine ve
inanca dayanan her çeşit hoşgörmezliğin ve farklılık
gözetmenin kaldırılması gerektiğini söylemektedir.
Din-Devlet ilişkisi
Bir hatırlatmada daha bulunalım:
Din ile devletin karşılıklı ilişkileri
yönünden hangi esasın yürüyeceği meselesi ilk defa
Jefferson tarafından bir formül ile hal şekline
bağlanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası
yapılırken Jefferson’un sözü şu olmuştur: “Anayasa,
kilise ile devlet arasına bir ayırma duvarı örmek
amacındadır.” Amerika Anayasası birinci değişiklik
yapılırken Din ve Devlet ayrılığını belirtir bir hüküm
getirmedi. Ancak, değişiklik yasama organına belli yasak
yüklüyordu. Kongre, resmi bir din kurulması hakkında
kanun yapamaz. Tarih 1791’dir. Yeryüzünde vicdan sahibi
tek varlık olan insanla devlet arasındaki ilişkilerin
inanç yönünden düzenlenmesi için gerekli formülü
Amerikalılar bu anayasal hükümde bulmuşlardır.
Amerikalılara göre devlet ferdin din inancına
karışmayacaktır. 1791’de henüz kuruluş halindeki Amerika
Birleşik Devletleri için bütün mesele çeşitli yerlerden
gelme, türlü din inancına bağlı insanları yeni devletin
kuruluşunda bir arada tutmak devletten işgillenmelerine
meydan vermemektir. Amerikan Anayasasına konulan hüküm
bu tasaya cevap verir.
Türkiye’ye gelince:
Türkiye’de durum başkadır. Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası İnsan Haklarına dayanan demokratik
Hukuk Devleti kurmaktadır. Demokratik Hukuk Devletinin
şartı da “Laiklik”tir.
Laik sözünün alındığı kaynak
Fransızcadır. Ama, sözün kökü eski Yunancadan gelir.
Eski Yunancada “Laos” halk demektir. “Laik” sözü
“Laos”tan türetilmiş bir sıfat. Halka ait, halkın olan,
halka ilişkin anlamında. Maksat, din ile bir ilgi
bulunmadığını söylemek. Halk yalnız devlet hayatının
canlı unsurudur. Halka ait olan, başka şeyle bağlantıya
sokulmayacaktır. Şu halde, “Devlet laiktir” demek devlet
halka aittir, siyasal varlık olarak halkla ilgilidir;
dinin burada yeri yoktur demektir. Yukarda da
belirttiğimiz gibi laiklik anlayışı modern devletle
belirmiştir. Modern devlet düşüncesinden çok sonra
yapılmış olmakla beraber Osmanlı devleti Kanun-u esasisi
(1293-1876) devleti din devleti olarak örgütlemekteydi.
Gerçi, mesele bilinmiyor değildi. Hatta, Sait Paşa
lahiyasında devletin dini için hüküm bulunmuyor,
hükümdarın “yemin” formülü de dinsel karakater
taşımıyordu. Fakat, Anayasaya tasarı olan metin (din)
üstünlüğünü gerektirmekteydi. İkinci Meşrutiyet
değişikliklerinde dinsel faktör daha açık bir rol
almıştır. “Ahkâm-ı şer’iyye”nin uygulanması gereği
anayasal kural olarak belirtilmiştir. Kanun yapılmasında
“Fıkıh” esaslarına uyulacaktır. Bir kimse “şer’i”
sebeplerle tutuklanabilecektir. Yürütmede zaten şer’i
hükümlere göre iş yapılır. Devletin dini vardır. Bu din,
İslam dinidir. Din ve mezhep işlerinde eşitlik yoktur.
Müslüman unsura üstünlük tanınmıştır.
Yargı görevi iki çeşit mahkemeye verilmiştir. Müslüman
olmayanların adalet kapıları ayrıdır.
Milli Türk Devletinde
“Türkiye Cumhuriyeti” devletinin
kuruluşundaki özelliği meydana getiren “batılı devlet”
karakteri devletin “modern devlet” şemasına uymasını ve
bundan ötürü de devlete dinsel bir yön vermesini
emrediyordu.
Türk devleti kurulmakta iken devletin
temel yapısını ve ana çizgilerini gösteren anayasa (1921
Anayasası) devletin dininden söz etmez. Dini devletin
emri altına sokar: “ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizi” siyasi
iktidarın yetkisi içine konur. Memleket insanının
Osmanlı devleti devrinde alışkın olduğu dinsel yaşama
biçimi gider yerine, dinin herhangi bir baskı kaynağı
olamayacağı bir vicdan hürriyetine göre yaşama biçimi
gelir. Devlet yapısı içinde dinsel otorite diye bir şey
yoktur. Halifeliğin kaldırılması ile Türkiye devletinin
modern karakteri güzelce belirmiştir. Fert, ana
babasının dahi etkisi altında tutulmak istenmez. Medeni
rüşt yaşını doldurur doldurmaz kendi dinini, kendi
vicdan inancına göre yine kendisi seçer.
Laiklik anlayışı
Beri yandan, devlette temeline otur.
Devlet laiktir. Çünkü batılı olacaktır. Uygar olacaktır.
Bunun için devrimci olmak zorundadır. Bunun da şartı
laikliktir. Gerçekten, devrimciliğin hareket noktası
batılı olmayan şeylere yer vermemektir. 1923 yılında
Adana’da söylediği bir nutukta Atatürk laikliği
anlatıyor: “Dini siyasete ve herhangi bir tahrike vesile
etmeğe asla müsamaha etmemektir” diyor. Bu formülde üç
özellik var:
1.
“Laiklik, radikal bir davranıştır. (Dinin siyasete
karışmasına hiçbir suretle göz yummamak.)
2.
Din, dinden başka hiçbir şeyle uğraşamaz. (Siyasete
karışması mümkün olmadığı gibi, herhangi bir tahrike de
bahane tutulamaz.)
3.
Dinin dinden gayrı bir işe karışmamasını sağlamak
devletin görevidir. (Devleti idare edenler bununla
ödevlidirler.)
Laikliğin Türkiye için devlet temel prensibi olarak
kabulünde zaruretler vardır.
Birincisi: Milli Türkiye devletinin kuruluşundan önce
bir başka Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğu siyasi
hayatta dinsel etkiler yüzünden yok olup tarihe
gömülmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışındaki asli
sebep siyasi iktidar üzerindeki dinsel etkidir. Akıbetin
tekrarlanmaması için alınacak yegâne tedbir laiklik
olabilir.
İkincisi: Yeni Türkiye devleti “halk hareketi” ile
kurulmuş “milli” bir “ihtilal devleti”dir. Halk kendi
kendini yönetecek. Vatandaşlar hür olacak. Bunları
sağlayabilmek için “batı değerleri” alınacak ve
benimsenecek. Yeni alışkanlıklar yerleşecek. Sağlam ve
rakipsiz bir siyasi otoriteye kesin ihtiyaç vardır.
Egemenlik, Osmanlı İmparatorluğundaki gibi hükümdarda ve
islamda değildir. Egemenlik millettedir. Bunun ifadesi
de “Laik devlet”ten başka bir şey olamaz. Zira, laik
devletin karakteri “ilerleme yeterliğine sahip bir milli
devlet” oluşudur.
Üçüncüsü: İslamı kurtarmak gerekiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte İslam da ölmekte idi.
Din devletle o kadar ayniyet haline gelmişti ki, biri
yok olunca öteki de ortadan kalkıyordu. Halbuki, islamın
aynı zamanda devlet olmak veya devleti hakimiyeti
altında tutmak iddiasını taşımak gibi çok tehlikeli
zaafı yanında bazı üstünlükleri vardı. Gayet sade bir
dindi. Tanrı ile fert arasına kimseyi sokmuyordu.
İbadeti basit hale getirmişti. Külfet yüklemiyordu. Bu
vasıflardaki bir din sistemini ona inanmakta olanlara
gönül güvenliği verecek halde teslim etmeli idi. Dinin
devletle aynı şey gibi yaşamasının mümkün olmayacağı
görülmüştü. Dine kendi yaşama şansını vermek ve devleti
ebedi kılmak şarttı. Bunun da tılsımı yine laiklik
olabilirdi.
Hukuki yönden
Laikliği hukuki muhtevasında anlamak
için, iki ayrı açı ele alınmalıdır: Devlet açısı,
vatandaş açısı.
Birinci açıdan laiklik her şeyden önce
vicdan hürriyetinden faydalanmayı sağlar. Vicdan
hürriyetinin garantisini meydana getirir. Laik olan
devlet inançlar önünde tarafsız olduğu için fertlerin
vicdan hürriyetlerinden faydalanmaları da o ölçüde
artmış olur.
Bundan başka, laiklik devletin herhangi
bir dinsel tercih yapmasına engel olduğu için inançlar
arasında eşitlik kurulmuş olacağı gibi kişi
hürriyetlerinin şartı olan fertlerin kanun önünde
eşitliği amacı da gerçekleştirilmiş olacaktır.
Ayrıca, laiklik sayesinde devlet
hayatına ilişkin kamusal işlemler akılcılığın gösterdiği
objektif değerlendirilmelere konu olacak ve dinsel
ölçülere göre geçerlik ya da geçmezlik ölçümlemelerine
bağlanmayacaktır.
İkinci açıdan, laiklik vatandaşa
vatandaş sıfatı ile yaşantısında ve davranışlarında din
faktörüne bağlı kalmaktan kurtulmayı sağlar. Böylece
gerçek hürriyete daha çok yaklaşmak şansı olur. Hürriyet
bir anlamda kişinin kendi kaderini kendi kendine
çizebilmesi (Anayasa, madde: 14, fıkra: 1) olduğuna
göre, devlet siyasal hayatında din faktörünün uzağında
bulunmaktaki isabet açıktır. Dinin kadercilik özelliği
karşısında laikliğin akılcılık vasfı taşımakta oluşu
laiklik sayesinde devlet hayatının insan eliyle ve kendi
eseri olarak meydana gelmesinde en önemli rolü
oynamaktadır.
Öte yandan laiklik ilkesinin devlet
hayatının temellerinden biri olması sayesinde vatandaş
devlet hayatında kendi iradesinin katkısı ile meydana
gelmiş olan siyasi otoriteden gayri bir otorite etkisi
altına girmemektedir.
Daha, devlette tahakkümü önlemektir.
Bununla güdülen amaç devlet idaresinde dinsel sorumların
dahi devlet hayatına yansıyan bütün yönlerini
gerektiğinde devletin düzenlemesidir. İşte, bunun
içindir ki birçokları laikliği dış görünüşünde din
işi-devlet işi ayrımı diye belirtmek yolunu tutmuştur.
Ancak, bu biçim görüşteki gerçek
maksadın ne olduğunu iyice anlamak gerekir. Bunun için
de laiklik konusundaki genel anlayışla Türk laiklik
anlayışını bir daha özetlemekte fayda görürüz.
Genel laiklik anlayışının en açık örneği
ABD’lerinde görülür. Amerikan düşüncesinde laiklikle
güdülen amaç kişiyi vicdan âleminde rahatsız etmektir.
Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesinin pek çok kararı bu
amacı belirtir. Son yıllarda Maryland federe devletinde
noter olacak kimselerin göreve atanmazdan önce Tanrıya
inançlarını açıklayan bir and içmelerini gerekli gören
bir kanun çıkarılmıştı. Yüksek mahkeme bu kanunu kişiyi
vicdanında rahatsız etmek amacını göz önünde tutan
anayasaya aykırılık nedeni ile iptal etmişti. Bunun
gibi, New York ilkokullarında sabahları derse başlamadan
önce yapılan toplantıda Tanrıdan koruma istenmesi için
dua edilmesi hakkındaki karar yine Yüksek mahkemece
iptal edilmiştir. Fransız Danıştayının da bu yönde çok
kararı vardır.
Görülüyor ki, laiklik ilkesi ile elde
edilmek istenen şey vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır.
Türk laiklik anlayışı yukarıda genel
çizgileri ile belirttiğimiz anlayıştan daha geniş
kapsamlıdır. Zira, İslam yönünden Türkiye’nin özel bir
durumu vardır. Gerçi Türkçede “Eve lazım olan, Mescide
haram!” diye bir atasözü vardır ama, Türkiye
Cumhuriyetinden önceki Türk Devletlerinde ve hele
Osmanlı Türk devletinin son zamanlarında buna itibar
gösterilmemiş ve Devlet dine râm olup erimiştir.
Sarsıntılar
Milli Devletin cumhuriyet olarak yeni
bir devlet biçiminde kuruluşuna laiklik düşüncesi temel
olmuştur. Bununla beraber, Cumhuriyet döneminde de
geriye dönme teşebbüsleri görülmüştür. 1925’de
Erzurum’da sarıklılar ayaklanması; sonra,
Nakşibendîlerin dini kurtarmak için ayaklanmaları;
1930’da Maraş’ta şapkaya karşı başkaldırma; 1933 Bursa;
1935 Siirt isyanları; son yıllarda Konya, İstanbul,
Kayseri gibi şehirlerde görülen kalkışmalar laikliğin
bir değerlendirmeye konu tutulmasını gerektirecek önemde
olmuştur.
Görünüşte hepsi de din adına ortaya
çıkan hareketlerin ortak niteliği uygarlaşma çabası
içinde bir toplumu geriye götürmeye zorlamasıdır. Bu
zorlamanın laikliği hedef tutması laikliğin Türkiye için
ilerici ve ilerletici hassasından geliyor.
Türkiye Cumhuriyetinin onu başka
devletlerden ayıran özelliği Milli iradenin vasıf
taşımayan herhangi başka bir etki altına girmemiş bir
hür insanlar siyasi toplumu yaratmak istemesidir. Bu
maksada erişebilmek için devlete temel yapılan ilkeler
arasında laiklik en verimlisi olmuştur. Bu ilkenin
uygulamada gerçekleştirebildiği ölçüde daha önce
topluluklar arasında sık sık görülen ve kötü inanç
farklarına dayanan inançlar arası kini ve husumeti
ortadan kaldırdığı, hürriyeti getirdiği ve böylece
toplumu çağdaş uygarlığa yeterli kılma yolunda eğitmiş
olduğu açık bir gerçektir. Laikliğin Türk uygulamasında
taşıdığı belirli karakter ilericiliği sağlar.
Türkiye’de laikliğe karşı hareket
1946’dan sonra açık olarak su yüzüne çıkmıştır. 1946
sonrası taktiği yalnız Türkiye’de görülen bir tarz
olmuştur. Cumhuriyetin gücü karşısında “İstemezük!”
lerle veya zorbalıkla sonuç alınamayacağı görüldükçe,
yani devlet kendi haysiyeti gereği gücünü tanıtabildiği
müddetçe gerici kuvvetlerde daima bir sinme görülmüştür.
Dinci taktik: a) Hükümeti kullanmak
1946 sonrasında uygulanan tertip,
laiklik karşısına vicdan hürriyetini çıkarmak olmuştur.
Bu tertipte laiklik vicdan hürriyetini yok eden bir
vasıta gibi gösterilmiş ve bundan faydalanılarak
gericiliğe bir geçit bulunmasına çalışılmıştır. 1946
sonrası hükümetlerinin tertibe alet olduklarını söylemek
yanlış olmaz. Nitekim, Türkiye’de 1950’den sonra, din,
açıktan açığa devlet siyasi hayatına el atmıştır.
Laiklik aleyhtarlığı ile güdülen amaç
Türk Devrimlerini ortadan kaldırmaktır. Bu amaca açıkça
yönelinemediği için dolambaçlı bir çare seçilmiş ve
laikliğin gerektirdiklerinin zıddını yapmak ve yaptırmak
yolu tutulmuştur.
İlk hedef Türk insanını eğitim ve
öğretim nimetlerinden yoksun bırakmaktır. Bunun için de
eğitim ve öğretim alanında devletin haiz bulunduğu
otoriteyi yaralamak ve önemden düşürmek gerekir. Devlete
bu alanda otorite sağlamış olan yeniliklerin başında (Tevhid-i
tedrisat kanunu) gelmektedir. Bu kanuna karşı cephe
almak Cumhuriyeti ve onun ardında devleti inkâr demek
olacağı için yapılacak şey bu kanun mevcut
değilmişcesine hareket etmektir. Kanunun sağlamak
istediği birliği bozmak ve bunun yerine bir ikilik
yaratmak arzulanan ilk maksada yetecektir. En iyisi bunu
sorumlu hükümete yaptırmaktır. Onun içindir ki, hükümet
kararı ile bir kısım okullara din dersleri
koydurulmuştur. Bununla öğretim birliğine zarar gelmemiş
gibi iş görülmüş ise de, gerçekte (hükümet eliyle)
Anayasaya aykırı bir iş yapılmış ve bu yüzden
müeyyideler de işlemez olmuştur. Bundan başka, yine bu
sıralarda ayrıca bir takım aykırılıklar belirmiştir.
Herkes Atatürkçülük iddiasına kalkışmış, ama fiiliyatta
dinciliğe prim verilmesi yüzünden Atatürk aleytarlığı
almış yürümüştür. 1950’lerin göze çarpan özelliği
yukarda da işaret olunduğu gibi dinin devlet siyasi
hayatına açıkça el atmış olması, hükümet üzerinde
vesayet iddia etmesi ve anayasa düzenini yıkmak için
laikliğin dinsizliğe eşit olduğunu ve vicdan hürriyeti
yokluğu anlamına geldiğini kabul ettirmeye çalışmasıdır.
1950 genel seçimlerinden sonra miletçe
iktidarın kendilerine emanet edilmiş olduğu demokratlar
aynı temayı işlemişler, ezanın Arapçaya döndürülmesinden
başlayarak tarikatlara göz yummak, kur’an kursları
açtırmak gibi çeşitli işlemlere yönelmişlerdir. Bu
yöndeki tutum aradan 1960 ihtilali geçtiği halde 1968’de
artık Cumhuriyet Hükümeti Başkanının İslam
Enstitülerinin besmeleli açılışlarını yapmasına kadar
varmıştır.
b) Tapınakta yuvalanmak
Bugünkü durumda gericiliğin önde
gitmekte oluşu toplumun günlük yaşantısında akıl dışı ve
hukuka sığmaz bir takım varsaymaları memleket
insanlarını, bir tarafta dindarlar ve bunlar karşısında
dinsizler veya Allahsızlar diye birbirine düşman iki
bölüğe ayırmak suretiyle vicdan hürriyetine cepheden bir
tasallut şeklini almıştır. 1968’in yaz ortasında toplum
hayatının göstergesi Türkiye’nin kaderini mabedin
çizeceği şeklindedir. Gerçekten işlenmekte olan temalar:
1. “Müslüman Türk Milleti”, 2. Komünizmle savaş, 3.
Ahlakı kurtarmaktır. Bunlar hep tapınaklarda ve
oralardan taşırılmak suretiyle sokaklarda işlenmektedir.
Temaların propagandaları için tapınakların seçilmiş
olmasının nedeni buraların bir çeşit dokunulmazlık
altında bulunuşudur. Bu durum arkasında Türkiye,
anayasal düzenini kuran 1961 Anayasasına rağmen, bir
ortaçağ toplumu görüntüsüne boğulmaktadır. Sosyal düzen
içinde sayısı 40 bini aşan İslam tapınağı yanında 26 bin
okul vardır. Düşünce alanına gelince, tarafsız bir
gazetenin bile bastığı yazıların üçte birinden çoğu din
ile ilgilidir. Buna karşılık dünya sorunlarına ayrılan
yer bunun üçte biri kadardır. Görülüyor ki, okuma yazma
bilen vatandaşlar için dahi ahretle olan ilgi dünya ile
olan ilgiden üç kat fazladır. Başka bir deyişle Müslüman
olan vatandaş beş ölçü üzerinde iki ölçü yaşamakta, üç
ölçü ise ölmektedir.
Güdülen amaç
Mabede dilediği gibi at koşturabileceği
mükemmel bir sığınak bulan gericilik kampanyası
Cumhuriyeti yok etmenin ancak laikliği yıkmakla kabil
olabileceğini çok iyi bilmektedir. Hilafetin geri
getirilmek istenmesinin nedeni onun yerini laikliğin
almış olmasıdır. Şimdiki taktikle Türkiye Cumhuriyeti
Devletinden öncesine dönülmek istenmektedir.
Öte yandan, İslamın, sosyal hayata
tahakküm etmeye kalkışması Türk Devrimlerini cepheden
yıkmak neticesini doğurmaktadır. Sosyal hayat ortamı
içinde takkelere, sarıklara rastlanması Anayasanın 153.
maddesi hükmü ile saklı tutmak istediği değerlere fiilen
karşı koyma anlamını taşır. Bunun gibi, sosyal hayatın
oluşmakta bulunduğu açık ortam içinde İslamın kendini
zorla kabul ettirmek istemesi İslam tapınaklarında
ibadete davetin dininin emretmekte olduğundan başka
biçimde ve dinin güttüğü amaçtan büsbütün farklı bir
amaçta yapılmasına sebep olmakta, Müslümanların mabede
çağrılmasını sağlayan ezanı, hem memleket halkının ana
dilinden gayri bir dilde ve hem de dinin isterlerine
aykırı olarak insan sesini başkalaştıran ve gürültü
haline getiren hoparlörlerle yapmaktadır. Bu biçim
tutumlar arasında kadına genel yaşantı içinde din adına
reva görülmekte olan davranış beşeri sayılamayacak
olduktan başka hürriyet anlayışı ile ve Türk milli
gelenekleriyle asla bağdaşmayacak bir durum içindedir.
Okullara ibadet hürriyetini yok edecek müdahaleler
yapılması, devletin kamu hizmeti görülen resmi daireleri
içinde tapınaklar kurulması ve kamu hizmetinin din
gereklerine tabi tutulması siyasi otoriteyi çok kolay
yıkma yollarındandır. Bütün bunlara ayrıca çeşitli
yayınları eklemek gerekir. Düşünme ve düşünceyi açıklama
hürriyetinden faydalanma hakkı arkasına sığınmak
suretiyle yapılan bu yayınlar telkin ettikleri safsata
ile fikren yetişkin olmayan okuyucuyu kolayca akıldışı
bir alana yuvarlayabilmektedir.
Bu sistemli hareketin amacı “Türk”ü
“İslam”ın içinde eritmektir. Artık devlette amaç İslam
olmuştur. Türk sadece bu amaca erişme vasıtası durumuna
sokulacaktır.
Aksiyon yolları
Neticeyi elde etmek için (Devlet) i
(Din) in içinde yok etmelidir. Bu da ancak vicdana baskı
ile olabilir. En ve kestirme yol, maksat uğruna bizzat
devletin kuruluşlarını ve kurumlarını kullanmaktır.
Girişilen faaliyet iki odakta
toplanıyor. Biri, devletin resmi kuruluşları içinde yer
almış bulunan dini merciler ve Müslüman din adamları
eliyle etki sağlamak; öteki de milli eğitim kuruluşları
içinde baskı yaratmak.
Dinsel kuruluşlar devlet anayasal
kuruluşları üzerinde manevi korku veya hiç değilse bir
çekingenlik yaratabilmek için olmadık çarelere
başvurmaktadır. Bu arada, imam-hatip okulları
mensuplarının devletin Milli Eğitim Bakanına kur’an
armağan etmeye kalkışmaları ve üstelik din kitabını Türk
bayrağına sarıp vermeleri, İmam Hatip Okullarından
diploma alanların Üniversite Fakültelerine
sokulabilmeleri için bir takım zorlamalara kalkışması,
çeşitli zamanlarda yapmacık dindarlık gösterilerinin
sokağa taşırılması, her çeşit okullar içerisinde dinsel
telkinlerin sürekli olarak yapılması gibi olaylar ibret
vericidir. Bu olayların altında yatan şey Türkiye’de bir
din devleti kurulması çabasıdır ve başlıca iki esastan
hareket olunmaktadır. Bu hareket noktaları aynı zamanda
neticedirler:
1.
Din, siyasete alettir.
2.
Devletin temel düzeni dinsel olmalıdır.
Nitekim, kendisine (Hizbüttahrir) adını veren gizli bir
yuvalanma Türkiye için bir İslam devleti anayasası
meydana getirmiştir.
İktidarın gafleti
Olayların bu görünüşü alması karşısında
batılı, ilerici ve gerçek vatansever çevreler çeşitli
tepkiler göstermişlerdir. Devlet hayatını dinsel düzene
sokmak isteyenler bu tepkilere karşı akıl yönünden
hiçbir geçerli düşünce ileri sürebilmiş değillerdir.
Bunların anayasal ve kanunsal düzene açıkça karşı ve
herkesin gözü önünde davranışları siyasi iktidarın
herhangi bir hareket göstermesi sonucunu doğurabilmiş
değildir. Siyasi iktidarı ellerinde bulunduranlar şöyle
düşünmektedir: “Laikliğe karşı hareketler yirmi beş
yıldan beri sürüp gelmektedir. Fakat Devlet yine
ayaktadır. Demek ki, laikliğe karşı gibi görünen bu
hareketlerle aslında din, devlet içinde layık olduğu
yeri almaktadır. Mademki vicdan hürriyeti vardır, buna
katlanmak gerekir. Vicdan hürriyetine saygı göstermek
zorunda olan demokrasi devletinde bu gibi olaylara karşı
çıkmaya yer yoktur.”
Bu biçim düşüncenin ağırlığını uzun
boylu tartmak gerekmez ise de ortada sorunu bütün
çıplaklığı ve gerçek değeri ile anlayabilmek için
Atatürk’ün (Hukuk Mektebi)ni açışta yaptığı uyarmayı
hatırlamak gerekir. Bizim davamız, devletin, taasubu ve
yobazı istediğini yapmakta kendi başına bırakıp
bırakmıyacağıdır. Bunu tarihteki örnekleri ile yakından
bilen Atatürk devlet yöneticilerinin taassuba ve yobaza
karşı amansız davranmasını zaruri görmüş, uygarlık
kanunlarının benimsenip yürütülmekte olması ile
yetinilmemesini, çünkü devrimlerin yüceliği önünde
kabuklarına çekilenlerin devlet yöneticilerinin en küçük
gafleti halinde yeniden ortaya çıkıp yıkıcı faaliyete
geçeceklerinden şüphe olunmamasını söylemiştir.
Hayallenen düzen
Atatürk’ün bu düşüncesindeki isbaet de
ortadadır. Gerçekten, din devleti kurmaya kalkışanlar
bunun her şeyden önce vicdan üzerinde bir ipotek
kurulmaksızın mümkün olamayacağını çok iyi
bilmektedirler. Din devleti kurmak isteyenlerin Türk
insanını gelişme göstermekte bulunuduğu uygarlık
yolundan çevirip değiştirmek gerektiğini bilmektedirler.
Ancak, bu değişmenin yalnız totaliter bir devlet sistemi
kurmakla mümkün olacağını da anlamışlardır. Türk insanı
(mümin) olacaktır. Sonuca varıldığı zaman mümin de
(cemaat) içinde eriyecektir.
Gerçekleştirme çareleri
Bu totaliter sistemin iki temele
dayanması gerekir:
1.
En büyük anayasa (ku’an) dır. Fakat, yaşamakta olan Türk
devleti anayasa üstünlüğüne dayanan bir devlettir. Şu
halde, kur’anın üstünlüğünü kabul ettirecek yoğun bir
mistisizm propagandasına girişilmelidir.
2.
İslami olmayan her şey (komünist) tir. (Komünist) i
bulup meydana çıkarmak için gizli polis kurulmalıdır. O
sayede tehlike ortadan kaldırılmış olur. Şu halde,
komünizme karşı tek yol (İslam) dır.
Burada bir değerlendirme yapabilmek için “Türkiye”nin
(İslam) karşısındaki “özel durumu” na bakmak gerekir.
İslam âlemine göre islamın sağlam bir örgüte sahip
olabilmesi Türk Devletinin (şeriat) a dayanmış olmasına
bağlıdır. Türkiye’nin vesayeti altında bulunmayan bir
islamın sağlam bir örgüte de sahip olamayacağı kanısı
İslam devletleri adı verilen devletler yöneticilerinde
açıklanmayan bir genel düşünce halindedir. Bu
yöneticlerin ve onların arkasındaki din adamlarının
amaçları Türkiye’yi bir şeriat devleti görmektir. Bu
amacı sağlamanın çaresi:
Önce, Türkiye’de Ortodoks, mutaassıp bir Müslüman zümre
yaratılması ve bu zümreye (şeriat) istetilmesi;
Sonra da, Türkiye’den şeriatın kaldırılmış olması ile
yerleştirilmiş bulunan yeni değerlerin yok edilmesi. Bu
son çare laik Cumhuriyetin kaldırılması ile
gerçekleşecektir. Gerçekleşmeyi sağlamak için de bir
yandan gençliği, öte yandan orduyu saf dışı bırakmak
zorunludur. Gerçekten:
a)
“Gençlik” rejimin emanetçisidir. Vatanı kurtaran ve
devleti kuran adam Cumhuriyeti ona emanet etmiştir.
b)
“Ordu” denemelerden geçmiş en büyük silahlı kuvvettir.
Bu iki değer bir yana itilmedikçe İslam devleti
kurulamaz. Gençlik ve ordunun ortadan kaldırılmasına
imkân bulunmadığına göre, izlenecek yol bu iki değeri
şeriatçılara maletmektir. Gençliğin toplu ve kalabalık
bulunduğu yüksek öğretim kurumları içinde gerekli su
altı propagandasını hiç aksatmadan yürütmeli ve orduya
girmeğe çalışılırken onun İslami bir değer olduğunu
yaymak yolu tutulmalıdır. Bir taraftan komünizme karşı
tek yolun İslam olduğu söylenirken, öte yandan “Komünist
kurmuş pusu, hazır ol Türk ordusu” gibi tekerlemelerle
ordu zihinlerde islamla eşit hale sokulmaya
çalışılmaktadır. Fakat, ordunun da çekirdeğini meydan
getiren gençlik olduğu için daha çok onun üzerinde
durulmalıdır. Gençliği istenilen biçime sokacak ifsadın
içine düşürmek için iki yol vardır:
1.
Gençliği eğitmemek. Bu da genci ve hele yarının genci
olacak çocuğu okula göndermemek, okul yerine bir başka
kuruluş koymak ve çocuğun o kuruluşa gönderilmesini
sağlamak; sonra, okulu istetmemek; bundan başka, okul
programlarını pozitif alanlar dışına itmek yolu.
2.
Uygur eğitim görmüş veya görmekte bulunan genci
etkilemek yolu. Bu ikinci yol genci suçlamak yoludur.
Gence “Allahsız, komünist” ithamında bulunulacak ve din
alanına girmesi sağlanacaktır. Gayeye varmak uğrunda her
türlü çareye başvurulması caizdir. O kadar ki, “Önce
müslümanım, sonra Türküm!” gibi bir yavenin ortaya
atılmasında bile hiçbir beis görülmez. Tapınaklara giden
gençlere aşılanan budur. Bu biçim sloganlarla Sovyetler
Birliğinin Çekoslavakya’yı işgal sırasında parola diye
ortaya sürdüğü (önce komünizm, sonra milliyetçilik)
formülü arasında ilişki bulmamak imkânsızdır.
Gericilik
Yukarıda sayılan haller (gericilik) tir.
Başka deyimle (irtica) dır. Atatürk irticaı şöyle
nitelemişti: “Her faydalı ve yeni şeye karşı çıkan menfi
kuvvet” (Adana nutku, 1923). Her ülke için olduğu gibi
Türkiye için de irticaın panzehiri (laiklik) olmuştur.
Zira yeniliğe ulaşabilmenin yolu odur.
Gericilik insan haysiyetini yok eden bir
tutumdur. İnsan haklarına karşı hoşgörme alışkanlığını
ortadan kaldırır. İnsan haklarının dayanmakta oılduğu
felsefe temeline karşı bir suikast olarak belirir.
Karısına zorla çarşaf giydirmek, çalışmasını yasaklamak
ve evden dışarı çıkmasını engellemek isteyen bir Türk
işçisine, önüne çıkarıldığı Federal Almanya hâkimi
“Memleketiniz bir batı uygarlığı devletidir. Siz Türkü
temsile layık değilsiniz!” demiştir.
Teşhis
Türkiye’de vicdan hürriyeti adına
oynanmakta olan oyunu iyice görmek gerekir. Burada da
her hastalıkta olduğu gibi önce teşhis ile işe başlamak
yerinde olur. Türkiye’de devlet hayatına dini karıştırma
gönüllülerinin ne için böyle bir işe girişmiş
olduklarının nedeni araştırılmalıdır. Zira, Türkiye’deki
hastalığın teşhisi şudur: Hür insanlardan kurulu
bağımsız bir Türkiye’nin varolması istenmemektedir. Bunu
istemeyenler aslında bizim dışımızdadırlar. Ve
Türkiye’deki gönüllüler –belki farkında olmadan- yabancı
emellerin aleti haline gelen bahtsızlardır.
Bağımsız bir Türkiye’nin kendilerini
rahatsız etmekte olduğu iki kutup görülür. Bunlardan
biri Rusların teşkil ettiği kutuptur. Sovyetler
Birliği’nin Türkiye karşısında onu bir nüfuz ve etki
altına sokma davası vardır. İkinci kutup Arap dünyasının
teşkil ettiği kutuptur. Araplar için Türkiye üzerinde
bir kültür üstünlüğü kurmak ve böylece Türkiye’yi Arap
emellerine vasıta kılmak davası vardır. Türkiye için
dikkate değer olan bağımsızlığını hedef tutan bu
harekette her iki kutubun birlik halinde iş görmekte
oluşudur. Gerçekten, Moskova ile Arap dünyası arasında
Moskova’nın Arap âlemine girme siyasetinden doğan özel
bir ilişki vardır. Bu ilişkiden de faydalanmak suretiyle
Sovyet siyaseti Arap topluluğunu kullanarak Türkiye
üzerinde sonuçlar elde etmeyi ihmal etmez.
Sovyet-Arap cephesinin Türkiye
üzerindeki etkileme kampanyası yedi nokta üzerinde
kendini gösterir. Bu alanlar din öğretimi kuruluşları,
tapınaklar, yüksek öğretim kurumları, kahvehaneler,
askeri mahaller, umumi mahaller ve nihayet sokak
ortamlarıdır. Bu durum karşısında Arab’ın Türk’e karşı
açmış olduğu özel bir savaş vardır. Savaşçının hedefe
karşı kullandığı başlıca silahlar bir yandan kutsal
kitap, öte yandan da tapınağa çağırı (ezan) yollarıdır.
Özel savaşın hedef aldığı kurumlardan ordu üzerinde ayrı
bir etki kurma çabaları görülüyor. 12 Kasım 1968 günü
İmam Hatip Okulları Öğrencileri Derneklerinin askeri
okullara din dersleri konulması için müracaatta
bulunmaları bunun tipik örneğidir. Nitekim, dinsel
öğretim kurumlarının önayak oldukları mitinglerde göze
çarpan karakter orduya kuyruk sallamalarıdır. Bu arada
garip bir tecelli ile yine bir 31 Mart gününde ve fakat
bu sefer 1968 yılının 31 Martında yapılan mitingte
“Yaşasın ordumuz, islamiyettir yolumuz!” temposu ile ve
(tekbir) lerle yürüyüş yapılmıştır.
Türkiye’nin izlediği yol üstünde
kurulmakta olan tuzak artık bellidir. Bu tuzak din yolu
ile esarete düşürülme tuzağıdır. Bu teşebbüste başarı
sağlanabilmesi için karargah yapılan yer dokunulmaz
sanılan (mabet) tir.
Yıkılmak istenen şeylerin en başında
rasyonel düşünüşün temsilcisi olan üniversite gelmekte.
Bu bakımdan savaşın ilk aşaması din sahtecisi ile
üniversiteli düşünce arasındadır.
Dikkate değer olan, bugünkü Tunus, Fas,
Libya, Cezayir, Suriye ve Mısır gibi nüfus çoğunluğu
Müslüman olan ülkelerde Atatürkçü düşünceden esinlenme
ile din ve devlet karşılıklı ilişkilerinin batılı görüşe
göre düzenlenmesine çalışılmakta olduğudur. Bugün bu
ülkelerde ve hele Lübnan gibi devletlerde kadın, batılı
düşünceye uygun bir durumda yaşatılmaya gayret
edilmektedir ve hayat anlayışı, “Time” dergisi yazarının
yaptığı gözleme göre, şu formül içinde anlatılabilir:
“Fani dünyada dolgun kazançlı bir iş, yarın ahrette
hurilerle dolu bir cennetten evladır”.
Sonuç
Hemen çıkarılması şart olan sonuç,
siyasallaşmış bir islamın Türkiye Cumhuriyeti’ni
umulmayacak kadar kısa bir zaman içinde yıkacağıdır.
Zaten dikkat olunursa bütün çabalar memleket insanını
zehirleme ve uyuşukluk içine sokma üzerine toplanmıştır.
Bu durumun suçlusu, bizce, din adamı değildir. Din adamı
günlük geçim ihtiyacı derdinde ve bundan dolayı da
midesi ile bağlı bir adamdır. Onu avlamada en kestirme
yol mide yoludur. Asıl suç, siyasi iktidar
sahiplerindedir. Siyasi sorumluların Türkiye’yi
kemirmekte olan bu duruma göz yumulamayacağını
anlamaları gerekir. Bilmelidirler ve bilinmelidir ki,
vicdan hürriyeti devletin laikliğini sağlamanın bir
şartıdır.
Türkiye Anayasa gelişmelerimiz yönünden
yeni bir aşamaya, (Hürriyetler) çağına girmiştir.
Laiklik de hürriyetler düzeninde bir değerdir. Şayet
hürriyeti siyasi iktidarın anlamakta olduğu gibi
herhangi bir müdahale yokluğu anlamında ele alacak
olursak, laikliğin Türk Devletinin temel ilkelerinden
biri olmasının hikmeti kalmaz. Gerçekten de “mademki
hürriyet vardır, o halde laiklik yoktur” diye
düşünülebilir. O takdirde büyük günah ve büyük hata
şekillenmiş demektir.
Hürriyet gerektiğinde kayıtlanacaktır.
Hangi hallerde kayıtlanacağı Anayasa ile belirtilmiştir.
Bundan başka bir diğer anayasa ilkesi açık olarak
bilinmelidir. O da, dinsel düşüncelerin Anayasa
düzeninin temel ilkelerini değerden düşüremeyeceği ve
kayıt altına sokamayacağıdır. Aksi halde, Anayasa
üstünlüğü diye bir şeyden söz açılamaz. Dinin devlete
tabi olması, ölçüsünü Türk Anayasasının 19. maddesinde
bulur. Herhangi bir din mensuplarının sayısına veya
çoğunluğuna göre devlet olmaz. Vicdan hürriyeti bir
insan hakkı olarak çoğunluğa değil, istisnasız herkese
ait olan bir nimettir. Bu nimetin sağlanması için de,
vicdan hürriyetinin gerçekten varlığı için de, “laiklik”
şarttır.
Yine Türkiye yönünden orta yerde
dönmekte olan dalavereler Atatürkçü bir devlet özlemini
boğmak istemektedir.
Ehven tehlike
Türkiye belirli kimlikte bir toplum
haline gelmek için gerekli gelişmeyi tamamlamak
zorundadır. Devletin dayandığı temeller bellidir. Bunlar
üzerinde pazarlığa yer yoktur. Elbette laiklikle hoş
görme iddiası biçiminde ortaya çıkan davranış arasında
herhangi bir tercih söz konusu olamaz. Zira, devletin
temel ilkeleri tartışma götürmez. Bunlara aykırı bir
düzen kurulmasına yol açabilecek tutumlar hoşgörü ile
karşılanamaz. Yoksa devlet mahva gider. Mahvolmaktan
kurtulmanın çaresi (ihtilal) olarak belirebilir. İhtilal
ise, istenmeyecek bir şeydir. Yalnız, ihtilali önlemenin
yolu da onu hazırlayan nedenleri ortadan kaldırmaktır.
Nedenler
Şu halde, ne gibi nedenlerin devlet
temel düzeni ilkelerine sadakatsizlik halinin sürmekte
oluşu yüzünden memleketi ihtilal eşiğine götürmekte
olduğunu araştırmak gerekir. Bu nedenlerin başlıcaları
şunlardır: 1. Gericilik akımları, 2. Atatürk
aleyhtarlığı, 3. Laiklik düşmanlığı, 4. Din devleti
kurmak hevesi, 5. Milli bir eğitim uygulamaktan
uzaklaşma, 6. Batı uygarlığına karşı zümrelere hoş
görünme politikası, 7. İrticaın mabedler içine sığınmış
olması.
Çareler
Bu nedenler bilindiğine göre, çarelerin
araştırılması daha kolay olabilir. Anayasal temel
ilkelerin korunması için gerek Anayasada gerek öteki
kanunlarda konulmuş teminatın uygulamada işletilmediği
ve bundan ötürü de yeterli olamadığı meydandadır. Bir
binada yangın söndürme cihazının bulunuşu yangın
çıkmasını elbette önleyemez. Yapılacak şey ateş bacayı
sarmadan söndürme araçlarını kullanabilmektir. Bunu da
insan yapar. Anayasal teminatın uygulanması işi de
siyasi iktidarı elinde bulunduranların ve idare örgütü
içinde görevli bulunanların ödevidir. Anayasa ile
öngörülmüş bulunan devletin gerçekleştirilmesine zaruret
duymayan milli temsil organları ve yetkililer iktidarı
elde tutmaya devam ederlerse, istenmeyen sonucun önüne
geçilemeyeceğinden korkmalıdır.
Kısaca gözden geçirilen durum karşısında
ivedi bazı tedbirler düşünmek zorundayız. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
1.
Diyanet İşleri Başkanlığının karar organlarına
Üniversite temsilcilerinin çoğunluk olarak katılması,
2.
Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Başkanlığına
üçte bir oranda Üniversite temsilcisi katılması,
3.
Milli Eğitim Bakanlığında kurulu olan din öğretimi
müdürlüğünün Üniversitelerarası Kurulun deneti ve
gözetimi altına sokulması,
4.
Vicdan hürriyetine saldırıların kışkırtma sığınağı
haline getirilen ve Türk Devrimlerine aykırı
davranışların başıboş ortamı seçilmiş bulunan mabetlerin
kontrol altına alınması (Böylece, din cemaatinin devlete
karşı tahrik olunmasının önüne geçilerek devletin
korunması sağlanacaktır.)
5.
Mahalli idareleri uyanık olmaya zorlamak ve otorite
zaafına meydan verilmemesini sağlamak için gereken
tedbirlerin alınması. (Bu, siyasi otoritenin takdir
edeceği tedbirlerle olur.)
6.
Her çeşit din adamı yetiştirilmesi ile ilgili sorunlar
üzerinde karar verilmesi işinin Üniversiteye verilmesi,
7.
Bugün din görevliliği yapmakta olanların din
görevliliğinin gerçek anlamını öğrenmeleri için yeniden
bir geçici eğitime tabi tutulması ve bu eğitim sonunda
başarı gösterecek olanlara görevde bulunma izni
verilmesi,
8.
Siyasi iktidarı kullanmakta bulunanların devlet ve
hürriyet anlayışlarını Anayasanın laik devlet ve insan
hakları anlayışlarına göre gerçek biçimine sokmaları.
Uyanık olmak zorunluluğu
Görülüyor ki, Türkiye olarak devlet ve
onu meydana getiren kurumlar bir laiklik savaşı içine
itilmişlerdir. Bunu görmezlikten gelemeyiz. Savaşı kabul
etmek ve kazanılması çarelerini ve yollarını arayıp
bulmak, uygulamak ve devleti olması gereken devlet
olarak belirtmek zorundayız. Gencimiz ve yaşlımız,
kadınımız erkeğimiz, yoksulumuz varlıklımız, elhasıl tüm
Türkçe anlayanlarımız her günün sabahında Büyük Nutkun
son satırlarını ibretle okumalıyız.
TARTIŞMALAR
Dr. Erdoğan Teziç
– Sayın Profesör Esen konuşmasında laikliği Türkiye’nin
temel meselesi olarak ortaya koymaktadır. Oysa laiklik
meselesi de diğer toplumsal meslelerden koparılıp
alınabilen başlı başına bağımsız ve temel bir mesele
değildir. Laiklik konusu, toplum yapısı ve sosyal
sınıflar arasındaki münasebetlerle ilgili bir olaydır.
Din ve Devlet ayrımının ötesinde laiklik aslında
rasyonel düşünebilme imkânının sağlanmasıdır.
Ülkemizdeki gelişmeye baktığımız zaman, laik bir toplum
yaratma yolunda girişilen mücadeleden bu yana yarım
yüzyıla yakın bir zaman geçtiği halde, mesele bütün
ağırlığı ile ortadadır. Sayın Profesör Esen’in
konuşmasında verdiği örnekler, sonuçlar üzerinde yapılan
değerlendirmelerden öteye gitmemektedir. Kanaatimce
önemli olan laik düşünebilme şartlarının sağlanıp
sağlanamadığının tespitidir. Kalkınmanın bir fonksiyonu
olan eğitimden mahrum bırakılmış halk yığınları, içinde
bulundukları durumu bugün de halen ancak din açısından
değerlendirebildikleri için her yeniliğe karşı
çıkmaktadırlar. Sosyal açıdan güvensizlik içinde
bulunuşunun tepkileri ister istemez dinsel, daha doğrusu
reaksiyoner davranışlarla kendini göstermektedir. Buna
bakarak bu davranışları ve olayları gericilikle suçlamak
yerinde olamasa gerek. Başka bir ifade ile halktan gelen
tepkiler öyle sanıyorum ki kendi başına gericilik olarak
vasıflandırılamazlar. Zira Türkiye’nin bugünkü yapısı
gereği ileriye doğru bir kurtuluş yolu olmadığı için,
halk tabakalarından gelen karşı koymalar dinsel
olaylarla ortaya çıktığından eskiye dönüş arzuları
aslında ekonomik olan isteklerine gerici bir görünüş
vermektedir. Kısaca, laik düşünebilme şartları
hazırlanmamışsa o toplumun laik olmasını beklemek
imkânsızdır.
İkinci nokta: Sayın Profesör Esen
konuşmasının bir yerinde laik topluma örnek olarak
Amerika Birleşik Devletlerini gösterdiler ve bunu
dillendirirken Yüksek Mahkemenin “Noterlerin mesleğe
başlarken dini yemin mükellefiyetinin anayasaya aykırı
olduğu yolunda verdiği” bir kararı zikrettiler. Oysa
batılı yazarlar, ABD’de Başkanın seçiminden sonra göreve
başlarken yaptığı dini yemin töreninin laik bir toplumla
bağdaşamayacağını, bu bakımdan ABD’nin kesin olarak laik
topluluklar katagorisine girmediğini ve ABD’de bir
“déisme officiel” bulunduğunu iddia ederler.
Bu konularda Sayın Profesör Esen ne
düşünmektedirler?
Dr.Bülent Tanör – Sayın Esen,
laiklik meselesini sadece bir kültür değişimi, bir
zihniyet inkılâbı meslesi olarak ele almaktadır. Oysa
bir ülkede, kültürel değişim için gerekli altyapı
dönüşümleri gerçekleştirilmedikçe bu ülkeye laikliğin
ithali bir anlam taşımaz. Türkiye buna örnektir. Henüz
ilkel üretim teknikleri ve üretim ilişkileri içerisinde
yaşıyan bir halk çoğunluğunu, sırf telkin ve eğitimle
laik anlayış seviyesine götürmek mümkün olabilseydi,
bugün burada bu konuyu tartışmamızın pek de gereği
kalmazdı.
Prof.Dr. Bülent Nuri Esen -
Değerli genç meslekdaşlarım Tanör ve Teziç sorunları
başka açıdan görüyorlar. Tanör’e göre laikliğin değer
ifade edebilmesi için altyapı dönüşümlerinin
gerçekleşmesi lazımdır. Teziç ise, laikliği bir olay
diye alıyor. Ama, ilave ediyor, diyor ki: Laiklik bir
imkanın sağlanmasıdır. Hangi imkânın? Yine, cevap
veriyor: rasyonel düşünebilme imkânının. Bizim
düşünüşümüz bu görüşü de kucaklar.
Prof. Tunaya’nın düşüncesi de bu
çizgidedir. Başka türlü de olmaz zaten. Laiklik, modern
devlette ortaya çıkmıştır. Modern devlet’te, siyasal
hayattan dinsel etkinin uzaklaştırılması sonucu meydana
gelmiştir.
Laik düşüncenin Türkiye’de
yerleşmediğini, çünkü Atatürk’ün yaratmak istediği “Türk
insanı”nın yaratılması çabalarının kendisinin ölümünden
sonra tavsadığını ve bir süre geçince de yeni baştan
“Osmanlı insanı tipinde bir Türk” yaratılması yoluna
gidilmiş olduğunu unutmayalım. “İnsan” olmayınca
“düşünce” de olamaz. Düşüncenin şartı insandır. En başta
onu yaratacaksınız. Bu da, eğitimle olur.
Sosyal güvensizliğin dinsel reaksiyona
sebep olup olmayacağını bilemem. Cevabını sosyologlar,
psiko-sosyologlar versin. Şu kadarını söyleyebilirim ki,
mesela, öğrenci hareketlerinin ana nedenini teşkil eden
“güvensizlik” dinsel reaksiyon doğurmamaktadır.
Gericilik yaratmamaktadır. Enteresan bir nokta şu: Diyor
ki Teziç, kurtuluş çaresi görülmeyince eskiye dönüş
başlıyor. Aslında bütün istekler ekonomiktir. Burada
Tanörle birleşiyorlar. Yani altyapı meslesi. Yalnız,
eskiye dönüş özlemini anlamak zor. Eskiye dönüş, yani
Osmanlı toplumuna dönüş. O toplumda kurtuluş olmaz ki.
Göz göre göre ölmüş. Ölüden ne hayır beklenir? Sonra,
Osmanlı toplumunun ekonomik yapısı Türkiye
Cumhuriyetinin bugünkü ekonomik yapısına nisbetle
fevkalade ilkel. O yapıya hasret duymanın anlamı olur
mu? Gerçekte geriye dönüş özlemi ekonomiye hasretten
değil, yeniye, ilerici olana karşı gelme davranışından.
Fertlerin, toplumun aydınlanmasını, ilerlemesini
istemeyen güçler var. Toplum aydınlanırsa bunların işi
bitik. Ekmek bulamayacaklar. Onun için bir çıkar savaşı
vermektedirler. Teziç’in dokunduğu bir başka husus çok
önemli: Dedi ki, ABD’nin laik topluma örnek gösterilmesi
yerinde değil. Çünkü Amerika Başkanı dinsel and içiyor.
Soruyor Teziç, ben ne düşünüyorum, diye. Ne mi
düşünüyorum? Söyleyeyim: O and içme formülünün Başkan
tarafından okunması Amerikanın laik ülke olmasına engel
değildir. Tıpkı bazı laik devletlerde mahkeme önüne
çıkan tanığın –ki bizde de hukuk mahkemelerinde öyledir-
dinsel yemin etmesi gibi. Aslında and, and içen kimsenin
inandığı değerlerin yıkılmaması için giriştiği bir
yüklemdir. Bunun Tanrı sözü ile anlatılması and içenin
mutlaka Tanrıya inancı olduğu anlamına gelmez. Nitekim,
biliyorsunuz Yargıtay’ın buna dair enteresan bir kararı
vardır. Wigny kararı inceliyor. Sonra, bakın, İsviçre
Anayasası’nın ta başında “Kaadir-i mutlak olan Tanrı
adına” kaydı var. Ama bir yandan da aynı Anayasanın
vicdan hürriyetine dair maddesinde hürriyetlerin dinsel
nitelikte şartlarla ve kayıtlarla sınırlandırılamayacağı
söylenmiştir. Türkiye’de de durum buna benzer, hatta
daha da açıktır. Zira, bizde Anayasa üstünlüğü ilkesi
Anayasa metninde yer almıştır. Anayasa üstünlüğü dinsel
cinsten herhangi bir mülahazaya Anayasal hüküm önünde
yer verilemeyeceğini gösterir.
Doç.Dr. Çetin Özek
– Sayın Prof. Esen’in din hürriyeti laiklik ve Türk
devrimi konusundaki görüşlerine temelden karşı olduğum
için üzgünüm. Sayın Esen, Atatürk’ün amacının “uygar
insan” tipine erişmek olduğunu ve devrimlerin de bu
açıdan ele alınması gerektiğini belirttiler. Laiklik
kuralının ve buna bağlı yazı, giyinim vs. konularındaki
değişimlerin de “uygar insan” tipine erişmek için
gerçekleştirildiğini söylediler.
Mustafa Kemal hareketinin, bana kalırsa, temelini
“antiemperyalist ve antikapitalist” niteliğinde bulmamız
gerekir. Mustafa Kemalin çağdaş uygarlık düzeyinde bir
toplum yaratmak istediği, bu amacı güttüğü bir
gerçektir. Bu “uygarlaşma” Batı taklitçiliği anlamına da
gelmemektedir. Aksine bu amaç Batıya karşıt bir nitelik
taşımaktadır. Batı bilimsel gelişimi sonucu bugünün
uygarlık düzeyini yaratmıştır. Doğu toplumu olan ülkemiz
ise, kapitalist emperyalizmin sömürüsü nedeniyledir ki,
geri kalmış ve çağdaş uygarlığa erişememiştir. Öyleyse,
çağdaş uygarlığa erişmenin tek yolu, antiemperyalist ve
antikapitalist bir savaştan başarıyla çıkmak,
antiemperyalist ve antikapitalist bir toplum
yaratmaktır. Kurtuluş savaşının amacı da bu şekilde
saptanmıştır. Mustafa Kemalin batıcılığı bu nedenledir
ki, “batıya bağımsız batıcılık” olmaktadır. Konuya bu
açıda bakınca laikleşmek, uluslaşmak, halkçılık gibi
ilkeler, kurtuluş savaşının birer amacı değil, amaca
varmak için gerekli görülen birer aracı olmaktadır.
Kapitalizme karşı çıkan Mustafa Kemal, Sovyet devrimini
antiemperyalist niteliği sebebiyle desteklemişse de,
“ideolojik istiklal”e yönelerek, Bolşevik devrimini
ideolojik temelleri yönünden benimsememiştir. Bu
durumda, tam bağımsız bir Türkiye'ye varışın yolu
olarak, laikleşmek, uluslaşmak, halkçılık ilkelerini
görmek ve bunlar içinde “laikliğe” en büyük önemi
vermiştir.
Bu temel içinde günümüze bakacak olursak, acaba
bağımsızlık savaşımızın amaçlarına kendimizi varmış
sayabilir miyiz? Sayın Esen’in tebliğinin ana konusu
olan “laiklik”le ilgili olarak da aynı soruyu sormamız
gerekir: Acaba laikleştik mi? Prof. Esen’e kalırsa,
Anayasamızın 2. ve 19. Maddeleri karşısında
laikleştiğimizi kabul etmek gerekir. Bana kalırsa sosyal
gerçek bizim laikleşmekten çok uzak olduğumuzu
göstermektedir. Meseleyi sadece normatif ve teorik
açıdan ele alan Prof. Esen, bu tutumu ile sosyal yapıyı
önemsememiş, ihmal etmiş olmaktadır. Sosyal gerçeğin
hukuk kurallarına aykırılığı hiç göz önünde
bulundurulmadan, laikleştiğimizi ileri sürmek bizi
yanlış yorum biçimlerine götürmekte, “gericilik”
kavramını halkı suçlayıcı bir anlamda ele almamız, din
konusundaki tutumu sadece bir siyasi iktidarın hatalı
politikası olarak yorumlamamız gibi yanılgılara yol
açmaktadır. Özür dileyerek belirtmek isterim ki, Sayın
Prof. Esen de sorunu sadece normatif açıdan ele aldığı
ve laiklik ile toplumdaki üretim ilişkileri arasındaki
bağı kurmadığı için bu yanılgılara düşmektedir.
“Laiklik” devletin din konusundaki bir tür tutumunun
adıdır. Devlet ve din ilişkileri ise, üretim
ilişkilerinden mücerret biçimde ele alınmaması gereken
bir konudur. Laiklik, bütün diğer dünya görüşleri gibi
belirli bir toplum yapısının ürünüdür. Laikliğin Prof.
Esen’in belirttiği gibi rasyonel bir düşünce biçimi
olduğu şüphesizdir ve fakat bu rasyonel düşünce tarzı
batıda kendiliğinden, durup dururken gökten mi inmiştir?
Toplumlardaki üretim ilişkilerinin, değişmelerinin
belirli düşünce biçimlerine yol açışı göstermektedir ki,
ekonomik yapı değişimleri dünya görüşlerinde de
değişiklikler yaratmaktadır. “Laiklik” de, batıda
burjuvazinin ve kapitalizmin gelişiminin bir sonucu
olarak doğmuştur. Laiklik, batıda, gelişen burjuva
sınıfının, kilisenin ekonomik ve eğitimsel baskısını
yıkışıyla doğmuş, ticari ilişkiler yönünden zorunlu olan
laik bilgilerin ve sistemlerin gelişmesine yol açmıştır.
Bu arada düşülen bir yanılgı hakkında görüşümü de
belirtmek isterim: Batıda dinde reformcu hareketler
olduğu için burjuvazi gelişmiş değildir. Aksine
burjuvazi geliştiği için, Katolikliğin katılığından
kurtulmak istemiş ve dinde reform hareketlerini
zorlamıştır. Laiklik de işte bu gelişimin sonucudur ve
burjuvazi kiliseye karşı olan savaşında imparatoru
destekleyerek, siyasi iktidarın dinsel iktidardan
kurtulmasını, laikliği sağlamıştır. Sorunu bu açıdan ele
almayacak olursak, Prof. Esen gibi olması lazımgeleni
olmuş gibi kabul etmek sonucuna varırız. Bugün 1961
Anayasasının din konusundaki kuralları ile 1876
anayasasının kuralları arasında büyük farklar vardır.
Aynı farkı toplumun inanç sistemlerinde, toplum
yapısında ise görmemekteyiz. Demek oluyor ki, hukuk ve
siyasi biçim konusundaki değişmeleri gerçekleştirmedikçe
gerçekde bir anlam taşımayacaktır.
Bu çerçeve içinde, sanıyoruz ki, Türkiye’deki hukuk ve
siyasi yapı planındaki laikleşmenin, toplumsal
gerçekliğini bulamayışının da açıklanmasını yapabiliriz.
Burjuvazinin gelişmesinin doğurduğu laikliği, elbette ki
yarı feodal gelenekçi bir topluma kabul ettirebilmenin
olanakları yoktur. İslamiyet, tarım ekonomisi temeli
üzerinde Arap toplumunu örgütleyen ve bir düzene sokan
politik rejim ve hukuk sistemi olarak doğmuş ve aynı
yapıdaki toplumları politik, sosyal ve hukuki bakımdan
kapsayan bir nitelik almıştır. İslami bir sistem içinde
ve islamiyetin uygun düştüğü bir sosyo-ekonomik yapıda,
bu yapıyı değiştirmeden, İslam dünya görüşüne ters düşen
laikliği halka kabul ettirebilmek bir hayalden öteye
geçemezdi ve biz bu hayale kapıldık. Laik bir sistem
içinde, elinde bulundurdukları siyasi ve ekonomik
güçleri kaybedeceklerini bilen şeyhlerin, toprak
ağalarının, eşrafın bu yeni düzene tepki göstermemeleri,
halkı bu yeni görüş biçimine karşı itelemeleri
düşünülemezdi. Bu nedenledir ki, Türk devriminin
antiemperyalist ve antikapitalist bir sonuca
erişebilmesi, bunun için de laikleşmesi, ancak bu
amaçlara uygun bir sosyo-ekonomik yapının yaratılmasıyla
mümkündü.
Laiklik ve uygarlık, batıda belirli bir toplum yapısına
varışla ortaya çıkmışken, bizde “laiklik” ve
“batılılaşmanın” kabulünün toplumsal yapı değişimini
doğuracağı sanılmıştır. Batıda “sonuç” olan şey, bizde
“sebep” durumuna getirilmiştir. Bu tutarsızlık, elbette
devrimin kendiliğinden oluşup yerleşmesini engellemiş,
devrimin gerçekleştirilmesi açısından tek yol, kanun
maddelerinin uygulanması, “polis tedbirlerine” başvurmak
olmuştur. Burada hemen şuna da işaret etmek isterim ki,
kanaatimce, devletçilik sistemi de Berkes’in sanısının
aksine, sosyo-ekonomik yapı değişimine yönelmiş bir
anlayışı ve sitemi getirmiş değildir.
Sosyo-ekonomik yapıya ilişmeden devrim yapma hevesinin
doğurduğu sonuçlar nelerdir? Bu heves, devrimin anlamını
kaybetmesi ve dolayısıyle halkın devrime karşı çıkışı
sonucunu doğurmuştur. Türk devriminin toplumsal yapıyla
ilişkisi kurulamayınca, devrimin temel amacı “tam
bağımsızlık ve antiemperyalizm” unutulmuş, devrim bir
takım soyut ilkelerle, bu ilkelere bağlı bazı biçimsel
değişmelerden ibaret görülmüştür. Siyasi iktidara
yerleşen bürokrat kadro, devrimin amacına tam ters düşen
biçimde, düzeni tutucu niteliği içinde, devrimin
dinamizmini ve sürekliliğini yok etmiştir. Devrim
amaçlarına varış yönünden araç olan laiklik, ulusçuluk,
batıcılık gibi ilkeler devrimin amacı durumuna
getirilmekle, Türk Devrimi havada, soyut bir niteliğe
sokulmuştur. Devrim soyutlaşınca, “batıya bağımsız
batıcılık” kuralının temelinde yatan antiemperyalizm bir
yana itilmiş ve “batıya uydu batıcılık” sistemine
dönüşülmüştür. Osmanlı toplumundan bu yana görülen,
Cumhuriyet döneminde de olmuş, batı uygarlığını doğuran
toplum yapısı gerçekleştirilmeden batı modelleri
alınınca, batıcılık bir taklitten öteye gidememiştir.
Devrimin soyutlaştırılması, halkın genel olarak devrime
karşı çıkışının da nedenidir. Kurtuluş savaşı sırasında,
antiemperyalist amaç etrafında birleşen halk, savaş
sonrasında yönetim dışında kalmış ve ağırlığını
duyuramamıştır. Değişmeyen toplum yapısı içinde, yine
feodal kalıntıların etkisi ve sömürüsü altındaki halk
ile üretim araçlarına sahip olmadığı halde iktidara
gelen “bürokrat kadro” arasındaki ilişki kurulamamıştır.
Halkın yaşantısında bir değişiklik yaratılamayınca,
devrim halk için biçimsel bazı değişimlerden başka bir
anlam taşımamıştır. Devrimler, “halkçı” bir
nitelikteyken halkın dışında gerçekleşmiş, “halkçılık”
ilkesi romantik bir kavramdan öteye gidememiştir. Halk
kendi dünya görüşü, inanç sistemleri ve gelenekleri
içinde yaşarken, biz kalkmışız ona bu inanç sistemlerine
tam karşıt bir inancı kabul ettirmek zorlamasına
başvurmuşuz. Ondan, yaşantısını hiç geliştirmeden bu
kavramları ona anlamsız gelen bazı düşünceleri kabul
etmesini istemişiz. Böylece yöneticilerle halk arasında
bir çelişki doğmuştur.
Halkın bilinçlendirilmesini önlemek konusunda “burjuva
gericileri” ile “dinci gericilerin” işbirliğini
görebilmek için, 1960 sonrasının “sol devrimciliğinin”
gelişmesini beklemek gerekmiştir. Sol devrimciliğin
düzeni temelden değiştirici eğilimi ve halkla bu konuda
ilişki kurmaya başlaması, burjuva gericilerin gittikçe
açık faşizme kayma eğilimlerini ortaya çıkartırken,
dinci gericiler de kendi çıkar açılarından aynı eğilimi
göstermişlerdir. Bu noktada, laik görünüşlü gericilerle,
dinci gericilerin dini halkı uyutmak için bir araç
olarak kullandıklarını, bu konuda birleştiklerini
görmekteyiz. Feodal kalıntılar eski egemenliklerini
sürdürmek isterken, güçsüz aracı burjuvazi de, emekçi
bilinçlenmesini engelleme yolundadır ve bu konuda
oynanan oyunlarda “dine” başrol oynatılmaktadır.
Soruna bu açıdan bakınca, Sayın Prof. Esen beni mazur
görsünler, halkı gerici diye nitelendirmeye, onu çarşaf
giyiyor diye suçlamaya, teokratik düzen isteyenleri
cezalandırmaya hakkımız yoktur. Esas gerici diye
nitelendirilecek olanlar düzenin değişmesine karşı çıkan
emperyalizmin aracıları, esas suçlanacaklar halka
çarşaftan başkasını fazla görenler, esas
cezalandırılacaklar bu memleketi kendi çıkarları uğruna
Amerikan emperyalizminin etkisi altına sokanlardır.
Halkın, devrim diye kendinse yutturulmak istenilen
biçimsel değişimlere karşı çıkışı haklı bir baş
kaldırışıdır. Halka biz devrim adına bir şey götürmemiş,
onun aşına aş katmamış, yaşantısını insanca yapamamışız
ki, onu hala “karşı devrimci, gerici” sayabilelim.
Halkın tepkisi biçimedir. Belki biz ona devrimin özünü,
ekonomik devrimi götürebilseydik, bugün devrimcilerin en
güçlü desteği halk olacaktı. Esas tepki, esas karşıt
devrimci, esas gerici, düzenin sürmesinden yararlanan,
ister dinci, ister laik görünüş ardında olsun, devrimin
antiemperyalist, antikapitalist amaçlarına, tam
bağımsızlık ilkesine karşı çıkanlardır. Halk bu çekilme
içinde, gerçek gericilerin bilinçsiz bir aracıdır ve
halkı suçlamaya hakkımız yoktur.
Uzun süren konuşmamı sabırla dinlediğiniz için teşekkür
eder, Sayın Esen’le aynı görüşte olmadığım için
üzüldüğümü belirtmek isterim.
Porf. Dr.Bülent Nuri Esen
– Kısa olmaya çalışayım. Belirli bir neticeye varmak
için bir sorular zinciri tevcih etti bana sayın
arkadaşım Özek. Daha doğrusu kendi görüşlerinin etraflı
bir açıklamasını yaptı. Problemimiz zannederim bu
değildi. Yan meselelere kaydık ve ister istemez de
kayacağız. Kaymamız iyi de oldu. Bereketli bir zemine
geldik.
Şimdi, evvela bir müşahedemi tespit edeyim: Bir kısım
ülkelerde laiklik olmadığı için hürriyet de yoktur.
Laiklik olmayan yerde hürriyet de olmaz. Bu kat’idir ve
biliniz ki tarihte eğer hürriyeti göremediğiniz
toplumlar olmuşsa bu cemiyetler laikliği bilmedikleri
için hürriyete de kavuşamamışlardır. Gerçek hürriyeti
laiklik olmadan tahakkuk ettiremezsiniz.
Sizinle beraber olduğum birçok noktalar var. Yalnız,
şunu söyliyeyim ki, kapitalizm laik bir sistem arar
tarzındaki beyanınızı kabul etmiyorum. Laik sistem
arayan devletler yalnız kapitalist rejim içinde olan
devletler değildir. Nasıl siz biraz evvel sorularınızın
izahında belirli bir nokta üzerine mübalağalı bir ölçüde
yüklenmek suretiyle bizi aydınlattınızsa, aynı şekilde
ben de idealimi karşımdakilere iletebilmek ve ona lazım
gelen önemi verebilmek için bir mübalağaya sapmak
zorundayım. Benim için Türkiye bakımından laiklik ilkesi
bir vasıta değil, amaç olacak. Laiklik ilkesi amaç da
değil belki! Ne dedim size? Arkadaşlardan birinin göz
rengine benzettim bunu. Bu jenetik hususiyet mevcut
olmazsa Türkiye olmaz! Ondan sonra siz Türkiye’yi ister
ağalar saltanatı içinde bir kapitalist Türkiye, ister
Sosyalist Türkiye tasavvur ediniz. Türkiye olmayacak ki
ona böyle bir sıfat verebilesiniz. Benim davam ve tezim
o. Ben o iddiadayım. Ben diyorum ki: laiklik olmazsa
Türkiye ne kapitalist ne antikapitalist, ne sosyalist,
ne Bolşevik, ne komünist hiç olmayacaktır. Benim davam
bu. Ben bunu müdafaa etmekle meşgulüm. Ve vicdan
hürriyetini de buna bağlıyorum. “Halkın geleneklerine
aykırı olan bir takım şeyleri devrim diye kendisine
yutturmaya kalkışırsanız bu iş tutmaz” davası doğru
değildir. Çünkü bu, bizzat bu devleti yaratan adamın
yaptıkları ile tekzip edilmiştir. Adam yapmış. Bu bir
eser! Kitap yazmak gibi değil. Yahut burada benim
konuşmam gibi değil. Bir vatanı kurtarıyor. Ondan sonra
da bir devlet kuruyor. Şimdi bunu yapan adam belirli
maksatlar takip ediyor. Bu maksatlardan bir tanesi yakın
maziden almakta olduğu derstir.
Sizin söylediklerinizin gene doğru olan tarafı ekonomik
bakımdan Mustafa Kemal’in devletin kuruluşu sırasında
meseleyi ortaya koymuş olmasıdır. Yalnız, bir ekonomik
alt yapıyı değiştirme işi bir günden ertesi güne olacak
bir iş değildir. Şimdi bir sosyal muhit tasavvur
buyurunuz. Bunu alacaksınız ve yeni bir yapıya
kavuşturacaksınız. Bakınız 1917’nin ekim ayında başladı
Sovyetler Birliği’nde ihtilal. O günden bugüne hala alt
yapısını tamamlayabilmiş değil Sovyetler Birliği.
Sovyetler Birliği gibi kıta diyebileceğimiz bir memleket
bile tamamlayamadı. Kolay bir iş değil. Alınız Franko’yu.
Aldı İspanya’yı 1936’larda, geldi 1968’e 32 yıldan fazla
bir müddet yapabildiği şey nedir? En sonunda gene
Üniversitenin talebeler tarafından işgal edilmesi ve
polislerle aralarında mücadeleler, çatışmalar. Şimdi
bunlar kolay halledilebilecek işler değil.
Demek istiyorum ki, temelden değişiklikte görüşüm
devrimci bir görüştür. Ben de fikirlerim itibariyle buna
katılmaya hazırım. Neden hazırım? Düzen değişikliğini
arzuladığım için hazırım. Atatürkçü düşünce sisteminin
başlıca hususiyeti devrimciliktir, dinamizmdir. Gayet
ehemmiyetli bir hususiyet. Durmayalım düşeriz, diyor.
Mütemadi ilerleyiş içerisinde olacaksınız ve bu
ilerleyişi size temin eden akümülatör “laiklik”
akümülatörü! Oradan cereyan alıyor bu. Eğer laiklik
olmazsa yerinizde sayarsınız.
Tam bağımsızlık hedefine ulaşmadan söz ederken,
Türkiye’nin belli bir yabancı devletin politikasına körü
körüne bağlı olmamasını kastediyorsanız, onu anlarım ve
sizinle beraberim. Yok eğer, bununla Türkiye’nin günden
güne gittikçe sıkılaşan milletlerarası ilişkiler ağı
içinde her türlü dış tesirden tamamen uzak, tamamen
kendi başına buyruk yaşamasını kastediyorsanız ve
yaşayabileceğini ileri sürüyorsanız, o zaman bunu
tereddütle karşılarım. Türkiye tam bağımsızlık diye bir
problemle karşı karşıya olamaz. Arzettim: Hiçbir
devletin, ABD ve Sovyetler Birliği ve yakın bir zamanda
Mao Çini müstesna, bu üç devletlerüstü devlet müstesna,
hiçbir devletin tam bağımsızlığı diye bir mesele yoktur
dünya yüzünde. Çünkü dışa karşı bağımsızlığımız yok.
Avrupa Konseyi böyle yapacaksın, şunu satacaksın diyor.
Öyle yapıyorsunuz. Paranızı düşür diyor, paranızı
düşürüyorsunuz. Bir Devletler ailesi içindesiniz ki,
telakkilerde değişiklik var. Devletlerin bağımsızlığı
kendi içlerinde ve o mühim. O bağımsızlığı sağlayabilmek
bence ehemmiyetli, Binaenaleyh, eğer devlet siyasi
iktidarının yanında, tekrar edeyim, kendisine rakip
başka bir iktidar yoksa, o zaman devlet bağımsız olur.
Vatandaşları da hürriyet içinde bulunma şansına
kavuşturabiliriz. İhtimalle söylüyorum. Mutlaka
kavuşurlar demek kadar ileri gitmek doğru değil. Yalnız
laikliği veya batılılaşmayı bir araç şeklinde telakki
ederseniz o vakit bu aracı içinde bulunduğu hal ile
kabul etmeniz lazım ve hangi amaca varmak için
kullanacağınızı tayin edememek, bir müşkülle karşılaşmak
tehlikesi var.
Sizinle beraber olduğum yer şu: Biz hakikaten alt
yapının küçük hücrelerine kadar inememişizdir. Bir
memleket yapılmış fakat bilinçsiz halk kitlelerini
terkip etmekte olan fertler o tuğyan içerisinde beraber
sürüklenmişler. Şimdi bunları çevirmek gayet kolay.
Çünkü bilinçsiz bunlar. Bilinçsiz oldu mu istikametini
kendi kendine tayin edemez; demek istikameti suyun akış
istikametine göre taayyün edecek. Nitekim görüldü!
Hadiseler de ispat etti ki bu bahsettiğiniz, yani devrim
olarak kabul etmekte tereddüt geçirdiğiniz hususların
kolaylıkla mecra değiştirmesi aslında devrimlerin
kendilerine hitap etmekte bulunduğu kimselerin
bilinçsizliğinden oldu. Onun içindir ki, bizim birinci
problemimiz eğitim problemidir, dedim. Halkı eğitmezsek,
eğer öğretmezsek, düşünmeye alıştırmazsak, bilincini
vermezsek ne sizin arzu ettiğinizi, ne bizim olmasını
istediğimizi ve Atatürkte bulduğumuzu farzettiğimizi
yapacak. Mesela buyuruyorsunuz, diyorsunuz ki “çarşaf
ucuz onu giyiyor, ne yapsın?” Rica ederim! Bu memleketin
serveti milliyesi ve fertlerinin kazancı bundan yirmi
yıl önce bugün olduğu kadar çok muydu? Bundan çok daha
düşük mertebedeydi. Çok daha düşüktü. Ona rağmen çarşaf
giyeni yoktu. Demek ki, çarşaf giymekte bir maksat var.
Çarşaf giymede bir isyan var. Belirli bir tutuma karşı
gelme var. Bu karşı gelme laikliğe karşı gelmedir. Bunu
arzetmek istiyorum: Laikliğe karşı gelişleri.
Binaenaleyh, önleyeceksiniz. Neden? Müdafaayı nefis
ihtiyacı ile önleyeceksiniz. Çünkü devletin hayatına
kastediliyor. Devletin kaderi buna bağlı. Eğer siz
devleti yaşatmak istiyorsanız, bunları önleyeceksiniz.
Önlemek için müracaat edeceğiniz tedbirler tabii devleti
idare edenlerin yapacakları şeyler. Biz sadece pratik
çareler olarak bir takım telkinlerde bulunduk. Şüphesiz
bunların yanında daha birçokları hatıra gelebilir. Ama
devrime karşı bir takım gruplar mevcut olduğu ve bu
grupların sadece tacirler grubu ile ağalar grubuna
istinat etmekte olduğu hususundaki beyanınızı ben yüzde
yüz kabul edemiyorum. Bunlardan gayrisi de vardır. Şuur
olmayan yerde sınıftan bahsetmeye mahal yok. Çünkü bizde
sınıflar dediğiniz zümreler aslında sınıf şuuruna sahip
değildirler. Bunlar arasında eğer beraberlik
olabiliyorsa beraberliği çıkar dolayısıyla geçici olarak
sağlıyorlar.
Değişme temelden olmalı. Türkiye’de kalıpların hepsi
mevcut Atatürkçü sistem içerisinde. Biz
soysuzlaştırmışız onları. Onları eski haline getiriniz.
Kalıplar içerisine doldurulmuş olan yabancı maddeyi
atınız. Hazır kalıplar içerisinde istediğiniz devrimci,
yeni bünyede ve strüktürde cemiyeti kurabilirsiniz.
Benim iddiam bu. Ben bu iddiadayım. Diyorum ki:
Sosyalist cemiyet mi istiyorsunuz? Atatürkçü düşünce
sosyalist cemiyeti de kapsayacak genişliktedir. Bugünkü
1961 Anayasası ile bunu yapabilirsiniz. Benim iddiam bu.
Son olarak tekrar belirtmek istediğim, bilhassa altını
çizmek istediğim nokta, mesuliyet mevkiinde bulunanların
karar verme durumunda olanların vicdan hürriyeti ile
laikliği birbirine karıştırmaları ve vicdan hürriyetini
laiklikten önce, laikliği ona tabi bir şey saymalarıdır.
Halbuki, laiklik olmazsa, hürriyetin siperi saikası olan
laiklik olmazsa mutlaka binanın üstüne yıldırım isabet
eder ve hürriyetten de eser kalmaz. Laiklik olmazsa
vicdan hürriyetini sağlayamazsınız. Laiklik vicdan
hürriyetinin garantisidir. Onun mahfazasıdır. Benim
teorim, görüşüm bu. İddiam bundan ibaret. Arzetmek
istediğim buydu efendim. Çok teşekkür ederim.
Prof.Dr. Necip Bilge
– Efendim, arkadaşımız laiklik meselesinin, İslam
devletine, islamın dini görüşüne tamamen aykırı olduğunu
çünkü, islamiyette sadece dini hükümlerin değil, aynı
zamanda dünya görüşü ile ilgili hükümlerin de mevcut
olduğunu; binaenaleyh, donmuş olan bu esaslar
karşısında, laiklik meselesini ortaya atınca, İslami
görüşün bu ilkeye, yani laiklik ilkesine aykırı
düşeceğini söylediler. Sayın Esen’in izahatıyla bu
noktanın tamamen aydınlanmış olacağını zannetmiyorum.
Kanatımca durum şöyle olmak icap eder; Yani laiklikle
islamın dünya görüşü birbirine tamamen aykırı olmamak
gerekir. Benim şahsi düşünceme göre, İslam dininde
olduğu gibi, bütün diğer dinlerde de dini olan itikat
meselesi yanında, bir de dünyevi meseleler, yani dünya
işleriyle ilgili hükümler vardır. Mesela Hıristiyanlıkta
da bu böyledir, yani Hıristiyanlıkta da dünya ile ilgili
hükümler vardır. Bununla beraber, Hıristiyanlıkta dünya
münasebeti hakkındaki hükümlerin İslamlığa nazaran daha
az olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunun sebebi şudur:
Hıristiyanlık, Roma imparatorluğu içerisinde, yani
devletin mevcut olduğu bir ortamda meydana gelmiştir.
Gayet tabiidir ki, devletin kendisine ait bir takım
hukuk kuralları vesairesi mevcuttur. Bu sebeple İsa,
dünya meseleleri üzerinde fazlaca durmamıştır. Daha çok
din ve ahlak konularını işlemiştir. Genç yaşta bu
dünyadan göçmüş olmasının da, dünya meselelerini daha az
düzenlemesinde bir etkisi olsa gerekir. Hz. İsa'ya
atfedilen, “Allahın hakkını Allaha, Sezarın hakkını
Sezar'a verin” sözü de, Hıristiyan milletlerde,
laikliğin kolayca gelişmesine sebep olmuştur.
İslam dini ise, Arabistan'da aşiret hayatı yaşayan
kavimler arasında meydana gelmiştir. Yani orada devlet
otoritesi, devletin koyduğu kurallar yoktur. O halde,
Muhammet hem dinsel bir başkan olarak dini görüşleri,
dinsel kuralları ortaya atmış, hem de bir devlet reisi
olarak bu dünya meselelerini düzene koymak istemiştir.
Bu itibarla İslamlıkta dünya meselelerini düzenleyen
kurallar, Hıristiyanlığa nazaran daha fazladır. Şimdi
asıl üzerinde durmak istediğim noktaya geliyorum. O da
şu: Birçok kimselerin, bilhassa bugün din hocası, din
bilgini geçinen kimselerin bilmedikleri veya bilip de
üzerinde fazla durmadıkları menhus yani ilga edilmiş
ayetler meselesi vardır. Öyle zannedilir veya kabul
ettirilmek istenir ki, islamın başkaynağı olan Kur’an’ın
birinci ayetinden sonuncu ayetine kadar hepsi bugün
geçerlidir. Halbuki, durum bu değildir. Çünkü, Kur’anı
Kerimin içinde bulunan bir ayete göre, Kur’anda mensuh
ayetler vardır. Dar düşünüşlü İslam bilginlerine göre,
bunların sayısı 20 kadardır. Geniş, serbest düşünceli
bilginlere göre de bunların sayısı 60’ı geçmektedir.
Hükmü ilga edilen ayetler incelenecek olursa, bunlar
daha çok, islamın muamelat denilen dünya meseleleriyle
ilgilidir. Ayrıca, Peygamberin sünnetleri, hadisleriyle
de Kur’anın neshedilen yani kaldırılan ayetlerinin
bulunduğunu kabul eden İslam bilginleri vardır. Hatta
daha ileri giderek şunu da belirteyim ki, İslam
hukukunun dört kaynağından birisini teşkil eden icmaı
ümmet ile Kur’anın neşredilebileceğini söyleyenler de
bulunmaktadır. Peygamberin bir hadisinde, zamanın
değişmesi ile hükümlerin değişeceği belirtilmiştir.
Mecellede bu madde bu hadise göre tedvin edilmiştir.
Bütün bunlar bir araya getirilince, zamanın şartlarına
göre yeni kurallar koymanın islamda da mümkün olduğu
meydana çıkar. İslami ilkelerden hareket ederek
diyebiliriz ki, islamın kurucusu bugün hayatta
olmadığına, ilahi vahiy yolu ile artık hüküm
konulamayacağına göre, bugünkü ortam içerisinde, dünya
meseleleri hakkında, bugünkü şartları nazara alarak
hükümler koymak, yani hukuku laikleştirmek İslam dinine
aykırı değildir. Çünkü, din kurucusu kendisi, bundan
1300 küsur yıl önce, 23 yıllık peygamberlik devresinde,
toplumun içinde bulunduğu şartlara göre, dünya
meselelerine ayırdığı, tahsis ettiği hükümleri kendi
zamanında değiştirmiş, yeni şartlara uydurmuştur.
Hükümlerin zamana göre değişeceğini de belirttiğine
nazaran, laikliğin islama, İslam esaslarına aykırı
düşeceğini veya islamın laikliğe müsait olmadığını kabul
etmek doğru olmasa gerekir. Gerçi belirttiğim bu
düşünce, Türkiye’de Cumhuriyet devrine kadar kabul
edilmiş değildir. Osmanlı Devleti de dâhil olduğu halde,
bütün İslam devletleri teokratik bir esasa bağlı
kalmışlardır. Fakat eskiden böyle olması, bundan sonra
da böyle olmasını gerektirmez. Hıristiyan devletlerde
de, laikliğin tarihi pek eski olmasa gerektir, hem de
İsa, fazla dünyasal kurallar koymadığı halde.
Prof.Dr. Bülent Nuri Esen
– Efendim, sayın hocamız Bilge’nin izahları bendenizin
de kısa bir tamamlamamı belki gerektirecek. O da şu:
İslamın mukaddes kitabında, Kur’an’da laikliğe elverişli
bir ayet bulunduğu hakkında bir yerde bir kayıt
gördüğümü hatırlıyorum. Onun bir fişe kaydını da
aldımdı. Fakat bir türlü bulamıyorum. Bir buçuk senedir
de arıyorum yine bulamıyorum. Şöyle düşünülenbilir:
İslam bir bedevi dinidir aslında. Bedevi dinidir ve
bütün o havali ahalisine takibi, uygulanması kolay,
basit geldiği için büyük rağbet görmüştür. Son defa
biliyorsunuz Almanların bulduğu bir vesika var: Medine
antlaşması. Ona, o Medine antlaşmasına göre yalnız yargı
kuvvetini, yargı yetkisini kendi elinde tutuyor
Muhammet. Uyuşmazlıkların yargıcı benim, diyor. Şurayı
toplayarak hep birlikte seçecekler. Sonra bugünkü
tatbikat ile hiç münasebeti olmayan bir takım vakalar
sahih, otantik olarak anlatılıyor. Aliyi evlendirdikleri
zaman bunlar kadın erkek hepsi bir odada yatıyorlar. 15
kişi birden bir geceye mahsus olmak üzere biz terk
edelim, dışarıda yatalım, onlar kalsın içerde diyorlar.
İlk gecelerini yalnız geçirsinler, diyorlar. Yani sosyal
hayat itibariyle de İslam böyle bir yerde intişara
başlamış. İslamın ortaya çıkışı bu. Şimdi, Sure-i
kafirun’da zaten “leküm diniküm veliyeddin” yani (senin
dinin sana, benim dinim bana) diyor. Bir nevi laisizm
diye pekâlâ bunu tefsir etmekliğimiz mümkündür. Fakat
öteki taraftan Sure-i bakara’yı açıyorsunuz orada, iki
kadının şahadeti ancak bir erkeğin şahadetine bedeldir,
diyor. Nisa suresini açıyorsunuz: Kızlara verilecek
miras hissesi erkeklere verilecek olanın yarısı olur,
diyor. Ötede siz getirmişsiniz Kanunu-u Medeniye’yi
koymuşsunuz, eşit alacaktır diye. Çıkın bakalım işin
içinden. Şimdi, Bilge’nin düşündüğü cinsten
ulema-yı din olsa İslam zaten kurtuldu gitti. Ama
maalesef ben akibetini pek öyle görmüyorum.
|